31 Mayıs 2007 Perşembe

Welcome to Sarajevo


İşim itibariyle, mecburiyetten, üstelik son derece olumsuz koşullar altında izleme fırsatı bulduğumu bir film. Yine aynı sebeplerden dolayı konuşma olmayan sahneleri atlayarak seyrettim. Üstelik film sansürlüydü. Hal böyleyken filmden nefret etmem gerekir, değil mi? Değil. Welcome to Sarajevo, vurucu açılışından itibaren (keskin nişancı var zaten) insanı içine çeken bir film. Saraybosna cehenneminde görevlerini yapmaya çalışan gazeteciler, bu cehennemin sakinleri ve etkileri yüzünden ezelden beri devam ediyormuş izlenimi uyandıran bir savaş üçgeninde kısılıp kalmış hayatların öyküsü.

Öncelikle şunu belirtmek isterim, film "her mideye" göre değil. Zira çatışma sahnelerinin bir kısmı gerçek haber görüntülerinden alınmış. Pek fazla bir vahşet olmasa da, zulüm gırla. Filmin kendi sahneleri de son derece iyi. Buna ek olarak, ortalık sakinleştikten sonra habercilerin görüntü almak için olay yerinde gezmeleri, filmin en vurucu yönünü oluşturuyor. Filmin ilk yarısının amacı zaten size bu cehennemi anlatmak, hatta ucundan yaşatmak. Bu görüntüden ekran başında siz ne kadar etkileniyorsanız, filmin baş karakteri Michael Henderson da o kadar etkileniyor. Cephede iki ateş arasında kalan bir yetimhaneyle kafayı bozuyor. Sürekli orayla ilgili haberler yapmaya başlarken tanıştığı Emira'dan çok etkileniyor. Yapılan bir anlaşmayla çocukların tahliye imkânı doğduğunda, Emira'yı yasadışı olarak İngiltere'ye, evine almaya karar veriyor ve kendi çocuklarıyla bir tutarak yetiştiriyor.

Çatışma sahneleri, gerçek görüntülerin de kullanılmış olmalarının etkisiyle bana Paul Greengrass'ın unutulmaz klasiği "Bloody Sunday"i hatırlattı. Aynı tarz kamera kullanımı. Sanki olanları sinema perdesinden değil de, bir belgeselden ya da haber bülteninden izliyormuşsunuz hissi veriyor. Harabeleri, delik deşik binaları ve duvar yazılarından, bomboş yolu ortada hiçbir sebep yokken bile koşarak geçerek işe gitmeye çalışan Bosna sakinlerine, sigara içen 7-8 yaşındaki çocuklarına kadar savaş atmosferi de çok iyi yansıtılmış. Filmin hoşuma giden bir diğer yanı karakterlerin başına gelenlerden etkilenmesi, yaşlanması oldu. Her karakterde olsa da, özellikle esas oğlanımız ve başlangıçta şoför olarak aralarına katılan Risto'da bu durum daha belirgin. Woody Harrelson'ın canlandırdığı, sadece para ve şöhret peşinde olduğunu zannettiğiniz Flynn karakterinin ise aslında neyi ne kadar umursadığını satır aralarında yakalamak mümkün.

Bu tarz filmlerin hassas noktası, seyirciye yaşattığı cehennemin dozajını iyi ayarlamaktır. Aşırıya kaçılırsa, duygu sömürüsü sınırlarına girilirse film çekilmez olur. Saraybosna'ya Hoş Geldiniz filminin en sevdiğim kısmı bu oldu. Dozaj çok iyi ayarlanmış. Üstelik verilen dozun büyük kısmını, batılı politikacıların verdiği demeçler oluşturuyor. "Batının gelip bu sorunu çözeceği hayaline kapılmayın" cümlesinin maliyetini çok güzel anlatıyor film. Bu cümlenin hemen arkasından Flynn'in söylediği "Müslümanlar Hıristiyanları öldürseydi, çoktan müdahale etmiştik" cümlesi ise bayatlamış olmasına rağmen yerine öyle güzel oturuyor ki...

Michael Nicholson'ın "Natasha'nın Hikâyesi" isimli romanından uyarlanan film, görüntü yönetmenliğiyle olduğu kadar oyunculuğuyla da öne çıkıyor. Stephen Dillane görevini eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor. Woody Harrelson inanılmaz başarılı. Yapımcı Jane Carson rolündeki Kerry Fox için de aynı şeyi söylemek mümkün. Rolün kendisine büyük geldiğini düşündüğüm tek isim Marisa Tomei oldu. O da fazla görünmüyor zaten. Ancaaaak, her ne kadar filmin afişinde yıldız oyuncuların ismi geçse de değinilmeden geçilmemesi gereken iki oyuncu var: Emira rolündeki Emira Nusevic, küçük yaşına rağmen hem Boşnakça, hem İngilizce oynadığı rolünün hakkını veriyor. Filmin en büyük sürpriziyse, Woody Harrelson'dan sonra en öne çıkan ismi olan, Boşnak şoför Risto Bavic'i canlandıran Goran Visnjic.

Özetlersek baştan sona batı eleştirisi + iyi çatışma sahneleri + başarılı cehennem atmosferi + yerli yerinde söylemler + gerçekçilik, eşittir Welcome to Sarajevo. Özellikle filmin finalindeki "konser" gözlerimi yaşarttı. Savaş yüzünden genç bedenlerin içine sığmayan yaşlı ruhların, gururlarından başka kaybedecek bir şeyleri kalmayan insanların mağrurluğu. Boş filmlerden sıkılanlara ilaç gibi seyirlik.

Hiç yorum yok: