10 Nisan 2008 Perşembe

In the Valley of Elah


Savaş kötüdür ama insanlık bölünmüş olduğu sürece de kaçınılmazdır. Bir ülke, mutlaka komşusunun veya gelişen teknoloji sayesinde Dünya’nın öbür ucundaki bir başka ülkenin kaynağına göz dikecektir. Iraklılar’ın Amerikan demokrasisini istediği filan yoktu elbette ama Amerikalıların Irak’ın petrolünde gözü vardı. Böylece kendinden emin söylemlerle ve demokrasi vaatleriyle Irak Savaşı’na girişti Amerika ama aldığı petrolün ziftinden çok daha pis bir batağa saplandı.

Savaşı halkın, yani “küçük” insanların gözünden anlatmak, hem resmin çok küçük bir kısmını görmek ve göstermektir, hem de savaşı yermek konusunda pek etkili değildir bana göre. Evet, savaş kötüdür. Evet, halk arada kalan, ezilen, mağdur olandır savaşta ama ne savaşlar halkı mağdur etmek için çıkarılır, ne de ölen insanlar savaş çıkaranların umurundadır. Bu bağlamda savaşa sebep olan bir liderin hırsını, ikiyüzlülüğünü, koltuk sevdasını anlatan bir film, savaşta ölen bireylerin hikâyesini anlatan bir kardeşinden çok daha değerlidir bana göre. Ancak böyle bir şey etliye sütlüye dokunmak anlamına geleceğinden, Hitler gibi caniliği mahkeme kararıyla sabit liderler haricinde (hayali liderlerle bile) böyle filmler çekilmiyor. Bunun sebebi, biraz da sinemanın ticarî yönünden kaynaklanıyor olabilir tabii. İster Müfreze, Kıyamet gibi savaşan askerlerin, ister Doğum Günü 4 Temmuz gibi gazilerin, ister Tanrı’nın Vadisinde gibi askerlerin yakınlarının gözlerinden anlatılsın, insanlar perdede kendilerinden bir şeyler bulmak istiyorlar. Kimse kendini canilerle bağdaştırmayacağından çekilmiyor böyle bir film belki de.

Film, bir telefon görüşmesiyle başlıyor. Sürekli olarak görüşmesine rağmen 4 gün önce Irak’tan döndüğünü haber vermeyen oğlunun savaşta değil de, vatan topraklarında kaybolduğunu öğreniyor baba. Çok geçmeden de cesedi bulunuyor. Hem döndüğünü haber vermemesinden, hem de cesedin halinden işkillenen baba da “yeminimi bozdum huleyn” moduna geçip olayı aydınlatmaya çalışıyor. Çok geçmeden önceleri isteksiz olan ama eski asker babanın tecrübelerinden faydalanarak işyerinde hak ettiği saygıyı görebileceğini fark eden bir polisle çıkar birliği yapıyorlar. Bir iyilik filan değil bu. Polis saygı, baba gerçeği arıyor. Film, bu noktadan sonra ağır temposu ve sürprizden uzak yapısına rağmen seyirciyi sıkmadan ilerlemeyi başarıyor. Bunu da büyük ölçüde Çarpışma filmiyle Oscar kazanan yönetmen Robert Haggis’in kaleme aldığı senaryonun yeterince detaylı olmasına borçlu. Karakterlerin geçmişleri ve birbirleriyle olan ilişkileri tatminkâr bir şekilde veriliyor. Örneğin babanın, oğlunu zorluklar karşısında daha dirayetli olması için, “sinirin bozulmuş, kendin hallet” es geçtiği bir olayın aslında ne kadar önem arz ettiğini, çocuğun ölümünde ne kadar payı olduğunu, babanın bunu öğrendikten sonra kendiyle olan mücadelesini görüyoruz. İki oğullarını da askerde kaybetmiş olan ailenin bocalamalarına şahit olabiliyoruz. Kısacası ilginç olmasalar da yeterince detaylı karakterler sunuyor bize Tanrı’nın Vadisinde filmi ve muhteşem oyuncuları sayesinde de bunları izlemek keyif haline dönüşüyor. Tommy Lee Jones ve Charlize Theron karakterlerinin altından başarıyla kalkıyorlar. Keza yan karakterler de (diğer polisler ve askerler) öyle. The Black Donnelys dizisinin başrol oyuncusu Jonathan Tucker da çok kısa ama çok önemli bir rolde bu yazıda bahsedilmeyi hak edecek kadar başarılı bir performans sunuyor. Tek şikâyetim Susan Sarandon’ın ekranda yeterince görünmemesi. O kadar az ki, Susan Sarandon’ın böyle bir rolde heba edildiğini veya karakterin montaj aşamasında kırpıla kırpıla kuşa çevrildiğini düşünmeden edemiyor insan. Herhangi birinin oynayabileceği bir rolde Susan Sarandon’ı görmek, filmin başında karakterle ilgili beklentilerinizi az da olsa boşa çıkarıyor.

Filmin politik yönüne gelirsek. Anti militarizm olayına varım, ancak biraz abartılmış. Bütün askerler sosyopat. Filmdeki “savaş istisnasız herkesi sapıttırır” kuramı ister istemez “bütün genellemeler yanlıştır” duvarına tosluyor. Anlayacağınız bütün askerlerin sapıtmış olmasının biraz gerçek dışı (veya gerçekçi bir şekilde yansıtılamamış) olduğunu düşünüyorum. Bol bol Amerikan bayrağı izliyoruz filmde ancak propaganda çok değişik bir boyutta. Genel eğilimin aksine “biz en büyüğüz, tüm dünyayı kurtarırız” olarak değil de, “öyle demokratiğiz ki kendimizi kıyasıya eleştirebiliyoruz” şeklinde bir propaganda var. Tabii bu durum, beraberinde bir itirafı da getiriyor: Irak’ta büyük hatalar yaptık. “Onlar birer kahraman, ülkeleri için savaştılar ama şimdi harap durumdalar” gibisinden gaz veren söylemlere saldırma işi yeni bir şey değil. Ta Vietnam filmleri döneminden beri, hatta Stallone’nin İlk Kan filminde bile var olan bir şey. Tanrı’nın Vadisinde filmi, o filmlerin geçtiği ortamı Irak’a taşıyor ama yeni bir şey söylemiyor. Bir çare de sunmuyor. Sadece eski söylemi oturaklı ve düzgün bir üslupla yeniden dile getirmekle yetiniyor. Hal böyle olunca da filmdeki “uluslar arası yardım çağrısı” teması karşısında “kendiniz kaşındınız, herkes size girmeyin dedi, Vietnam’dan hiçbir şey öğrenememişsiniz” diye düşünmeden edemiyor insan. Belki de filmin amacı budur.

Özetlersek politik olarak yeni bir şey söylemeyen ama senaryosundan oyunculuğuna, rejisine kadar özenilmiş, izlenmeye değer bir film Tanrı’nın Vadisinde. Aksiyon beklentisiyle gidenler hayal kırıklığına uğrayacaklar. İyi yazılmış ve çekilmiş bir dram bekleyenlerse gönül rahatlığıyla izleyebilirler. Tommy Lee Jones’un filmdeki rolüyle Oscar’a aday olduğunu da eklemek lazım.

Hiç yorum yok: