26 Mayıs 2008 Pazartesi

Indiana Jones ve Dandik Senayonun Laneti

 

indiana-jones-crystal-skull-teaserKünye:

Yönetmen: Steven Spielberg
Senarist: David Koepp
Yapımcı: Frank Marshall
Yapım yılı: 2008
Oyuncular:
Harrison Ford,
Kate Blanchett,
Karen Allen,
Shia LeBouf

İlgili bağlantılar:
IMDB
Filmin resmî sitesi

 

Çocuktum, ufacıktım. Yaşıtlarım televizyonda orta yaşlı hanım teyzeleri izleyip Japon kâğıt katlama sanatı Origami’yi öğrenirken, ben Şirinler’in karşısına geçip Gargamel’den büyü tarifleri öğrenmeye çalışırdım. Yine günlerden bir gün, Gargamel en büyük numarası olan Şirine’yi yapıyordu. Ben de malzemelerimi hazırladım, geçtim televizyonun karşısına. Bir tutam katırtırnağı (annemin saksısından aşırdım), azıcık yarasa kanadı (Özal dönemi, Türkiye’ye her şey ithal edilmeye başlamış, bu da Transilvanya’dan gelmiş), iki diş sarımsak (mutfaktan tabii ki) ve bir ölçek de kıskançlık. Höö? Nasıl yani ya? Şişelenebiliyor muydu bu meret? İşte o zaman, bu büyü müyü işlerinin pek de gerçekçi olmadığını anladım. Bunu düşünmekse beni çok korkuttu. Yoksa Noel Baba da gerçek değil miydi? İşte sayın okurcular, bu benim hayattaki ilk hayal kırıklığımdı. Son hayal kırıklığımın adıysa Indiana Jones IV: Kristal Kafatası Krallığı.

Film, son derece anlamsız bir şekilde başlıyor. Geçiş yapacağım diye, seyirciyi şaşırtacağım diye bir zorlama söz konusu. O bilgisayar efekti köstebekler neyin nesidir allasen? Paramaount logosundan filme geçiş yapmak için o kadar güzel yöntem varken siz bula bula bunu mu buldunuz? Peki ya baştaki yarış sahnesinin anlamı nedir? İçinde Ruslar olan, Amerikan Ordusu süsü verilmiş bir araçta Japon tipli bir adamın işi ne olabilir? Ya koskoca 51. Bölge’yi sadece üç asker mi korur? Yani film daha açılışıyla düşünen bir dimağı itmek için elinden geleni yapıyor. Peki bir Indy filmi düşünerek mi izlenmelidir? “Indiana Jones şöyle izlenmelidir” gibisinden fetva vermek haddime değil elbette, ancak bundan önceki 3 filmi “beyinsiz eğlence” kategorisine sokmakta zorlandığım da bir gerçek.

Filmin kalanı iyi olsa “kadının kızı” teoreminden hareketle fiyasko açılışı görmezden geleceğim. Ancak maalesef film başladığı gibi devam ediyor ve bitiyor. Şimdi gelin, Indiana Jones’u Indiana Jones yapan özellikleri irdeleyip Kristal Kafatası Krallığı’nın neden kötü bir film olduğunu hep birlikte anlayalım:

1. Indiana Jones: Indiana Jones’u Indiana Jones yapan en önemli unsur, başkarakterin kendisidir elbet. Indy zeki bir serseri, akademik bir dövüşçüdür. İsmi de bu çelişen özelliklerini tamamlar. Indiana zor bulunan, kökeni Kızılderililere dayanan bir isimken Jones, takma isim olarak kullanılacak kadar yaygın iki isimden biridir. 3000 yıl önce kaybolmuş dilleri bir bakışta okur ama yumruklarını konuşturdu mu hiç kimse duramaz karşısında. Kendisinden iki kat büyük insan azmanlarını bile bir yolunu bulup alt etmeyi başarır. Bu filmde de böyle mi? Evet, böyle. Ama ya detaylar? Indiana Jones’un o akıllı serseri havasını katan pis sırıtışı yok. Indiana Jones’a Indiana Jones diyen bile yok. Henry Jr. aşağı, Henry Jr. yukarı. Film boyunca “Yahu, bu Henry’yi gözüm bir yerlerden ısırıyor ama” diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Indiana Jones lafını sadece bir yerde, Karen Allen sahneye çıktığında duyuyorsunuz. Kısacası ruhunu bırakın, karakterin adı bile değişmiş.

2. Kamçı ve Şapka:
Senaryo yazarı David Koepp’in yaptığı kıyımdan kamçı da nasibini almış. Şapkasıyla birlikte maceraperest arkeologumuzun en önemli iki simgesinden biridir. 3. Indy filminde River Phoenix’in canlandırdığı genç Indiana Jones sekansında, kamçıya olan ilgisinin nasıl başladığını bile görürüz. Bu kadar da önemlidir yani. Bu filmdeyse kamçıyı filmin ilk 10 dakikasında, iki yerde görüyoruz. Üstelik aksiyon sahneleri veya bataklık kumu gibi işe yarayacağı yerlerde bile ortaya çıkmamakta direniyor kamçı. Neyse ki şapka yerli yerinde duruyor. Ancak diğer unsurların eksikliğinden midir nedendir bilinmez, biraz fazla kör gözüm parmağına olmuş şapka olayı. Rahatsızlık verici veya eleştirilecek bir durum değil, sadece yok olan şeyleri daha fazla hissettiriyor.

3. Ecik Böcük: Her Indy filminde kahramanımız, insanları iğrendiren yaratıkların bulunduğu bir yere bodoslama dalmak zorunda kalmıştır. İlk filmde yılanlar, ikinci filmde envai çeşit kırkayaklar, üçüncü filmdeyse Venedik kanalizasyonlarında farelerle içli dışlı olmuştu kahramanımız. Bu filmde böyle bir şey yok. Birkaç akrep var, o kadar.

4. Mizah: Indiana Jones filmlerin unutulmaz esprileri vardır. Örneğin ilk filmde karşısına çıkıp kılıçla numaralar yapan Arap suikastçısını bir süre izledikten sonra “Eeeh” deyip silahını çekip vurması, ikinci filmde yine benzeri bir sahnede elini yine silahına atması, ama silahın kılıfında olmaması, ayağı yanan Indy’nin “su, su” diye debelenirken sel basması, üçüncü filmde uçakla Nazi’lerden kaçarlarken babasına “saat 11’de” diye düşman uçağının yerini anlatmaya çalışırken babasının köstekli saatini çıkarıp “daha dört dakika var” demesi, hepsinden öte, meşhur Adolf Hitler - Günlük sahnesi ki, bugüne kadar bir filmde izlediğim en zekice hazırlanmış, en ince düşünülmüş sahnelerden biridir kanımca. Gelelim 4. filme. Filmde mizah namına bir şeyler var. Ancak böylesine ince düşünülmüş şeyler yok. Indiana Jones’a zekice replikler yazılmış. Bunların karaktere oturduğunu düşündüm. Aynı şekilde Shia’nın karakteri hakkındaki gerçeği öğrendikten sonra söylediği bazı şeylerden çark etmesi de yüzünüzde tebessüm oluşturacak cinsten. Shia’nın karakterinin saç tarama takıntısı komikten ziyade zorlama. Yani Indy kaynaklı komedi unsurları güzel ama geri kalan karakterler için aynı şeyi söylemek mümkün değil.

5. Aksiyon: İşte bu filmin en güçlü, Indiana Jones ruhuna en sadık yönü. Aksiyon sahneleri çok yaratıcı olmasalar da eski filmleri aratmıyorlar. Her şey yerli yerinde. Kovalamacalar, yumruklar, hem Indy’nin hem de kötü adamların peşinde olduğu objenin sürekli el değiştirmesi, alengirli kavga sahneleri, kılıç dövüşleri derken aksiyona gözünüz doyuyor. Film, bu yönden son derece doyurucu. Bilgisayar destekli sahneler “efektim ben” diye bağırsalar da çok önemli değil. Sadece Industrial Light and Magic firmasının rakiplerinden geride kalmaya başladığını görüp hayıflanıyorsunuz, o kadar. Tek beğenmediğim aksiyon unsuru daldan dala konarak maymun ordusu toplama sahnesiydi. Mutt Williams asmaya asılı kaldığında olacakları tahmin edip Koepp’e “aman ha, sakın!” dememe rağmen sözümü dinlemedi ve Tarzan’dan bozma, safsata bir sahneyi utanmadan filme yerleştirdi. Aksiyon sahnelerindeki bir diğer eksiklik, girdikleri tarihi mekânlardaki tuzakların azlığı. Ayrıca tapınağa girmeden hemen önce saldıran Mayalar gibi harcanmış bazı fırsatlar da var. Film, bu haliyle sanki 3 saatten kısaltılmış izlenimi veriyor (ki bu havayı veren başka unsurlara yazının ileri safhalarında değineceğiz).

6. Aşk ve Meşk: Ne de olsa kahraman. Filmdeki hatunlar ona değil de bana mı âşık olacak? İlk filmde yine Karen Allen vardı. İkinci filmdeki aşk unsuru (objesi?) Spielberg’in şimdiki eşi Cate Kapshaw’du. Üçüncü filmdeyse “esas kız” olma görevi Alison Doody’ye teslim edilmişti. Üçünün içinde en sevdiğim, Indy’ye en çok yakıştığını düşündüğüm karakter, Karen Allen’ın canlandırdığı Marion Ravenwood’tu. Eh, bu yaştan sonra Indy’nin gençlerle takılması da komik kaçacağından, eski aşkın yeniden canlandırılması doğru bir karar olmuş. Buna bir itirazım yok. İtirazım bunun yapılış biçimine. İki karakter, birbirlerine aşkla ilgili birer cümle ediyorlar. Hoop, güm! Bir “o senin oğlun”, bir “pek çok kadınla birlikte oldum ama hiçbiri sen değildi”, işlem tamam. Yok ya?! Ben bunu yutmam kardeşim. Sormazlar mı adama “ikinci filmde elma yiyen Kate Kapshaw’u, üçüncüde sonra sana ihanet edecek olan Alison Doody’yi öperken kafanda Marion mu vardı” diye? Bari biraz kavga edip 20 yılın elektriğini boşaltsalardı. Üstelik bu kavgalar, aksiyon sahnelerinin ortasına serpiştirilseydi daha da komik olurdu. Ama David Koepp bu filmde yazmaya erinmiş anlaşılan. Ya da film kısaltıldığından aşk hikâyesi de kuşa dönmüş. Ancak şu haliyle aşk unsuru filme yamanmış izlenimi uyandıran, çakma bir alt hikâyeden başka bir şey değil.

Kısa Kısa: En büyük şikâyetim haliyle efsanelerin yerini uzaylıların almış olması. Indy’nin ruhuna yapılabilecek en büyük ihanetti belki de işi bilim kurguya taşımak. Yakışmamış da. Merak ediyorum, Sayın David Koepp, neden bilim-kurgu? Efsane mi kalmadı? Zaten Indiana Jones’u artık dünyanın dört bir yanına göndermemen de dikkatimden kaçmadı. Eskiden filmler çok daha farklı mekânlarda geçerlerdi. Bir Kuzey, bir Güney Amerika’yla bitmiş iş. Şu haliyle bu senaryoyu Erich Von Daniken’den başka kimse beğenmez.

Filmin sorunlarından biri de senaryodaki boşluklar. Mesela FBI’ın Indy hakkında yaptığı soruşturma. Neden başlıyor belli değil. Indy bu yüzden işten kovuluyor. Filmin sonundaysa bir bakıyoruz, soruşturma düşmüş, Indy işine üstelik de terfi ederek geri dönmüş. Neden, nasıl, kim tarafından yapılmış bunlar belli değil. Madem bir yere varmayacak, bir gerilim veya macera unsuru olarak kullanılmayacak, ne diye alt hikâye yaratırsınız ki? Cate Blanchett’in karakterinin neden öldüğü de bir muamma. Uzaylılar kötü diye öldürüyor desek, kime göre, neye göre kötü? Amerikalılar da, Ruslar da birbirlerine karşı aynı şeyi amaçladıklarına göre tarafsız uzaylılar Rusların kötü olduğuna nasıl hükmediyor? Yoksa Amerikan hayat tarzı dediğimiz şey evrensel de bütün canlılar onu korumaya, komünizmi yıkmaya ant mı içmişler? Hem kristal kafatasını yerine koyan gücünü kontrol etmeyecek miydi? Koyan da Cate Blanchett değil mi (ben mi yanlış hatırlıyorum)? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?

Mutt Williams adına da takıldım. Çocuğun adı Mutt Williams mı, Henry Jones III mü? Çocuk kendi adını bilmiyor mu? Şuursuz mu? Anlamadım gitti. Üçüncü filmde Indy serisine dâhil edilen aile unsurunu karşılayan Shia LaBeouf zaten baba rolünü oynayan Sean Connery’nin karizmasına sahip bir oyuncu değil. Bari karakterini doğru düzgün yazıp telafi etseydiniz.

En büyük tutarsızlıksa filmde aranan meşhur şehirle ilgili. Şehrin verilen tarifi şöyle: Altındandır, 5000 yıl sonra icat edilecek makinelere sahiptir. Şehre bir gidiyoruz, ne altın var, ne makine. Girişini yerliler ilkel silahlarla savunuyorlar. Altından olmamasına dair bir açıklama veriliyor hadi. Ona tamam diyelim. Makineler nerede?

Son şikâyetimse müzik kullanımı. Iron Man’de çok beklemiştim Black Sabbath’ın muhteşem şarkısını, filmin sonunda isimler kayarken çaldı. Bunda da Indy March’ı bekledim. Gene aynı. Arada bir temayı duyacak gibi oluyorsunuz ama John Williams çalmaktan hemen vazgeçiveriyor. Nihayet filmin en sonunda, isimler yazarken duyuyorsunuz. Benim gibi John Williams hayranlarına yapılır mı bu?

Bir de olumlu eleştiri yapacağım. Eski filmlere yapılan göndermeler hoşuma gitti. Indy’nin yılan korkusu yerli yerinde duruyor. Filmin başındaki depoda, parçalanan sandıklardan birinin içinde ilk filmin “Kutsal Hazine”sini görüyorsunuz. DUCKW araçlarıyla şelalelerden aşağı düşülen sahneler de bana ikinci filmde uçaktan botla atladıkları sahneyi hatırlattı. Güzel olmuş, haz duydum, sevgi besledim.

Karakterler ve oyunculuk olayına gelelim. Filmin oyunculuk açısından bir sorunu yok. Tam Harrison Ford’a yakışan bir rol zaten. O da işi ciddiye almış. John Hurt deli profesör rolünün hakkını veriyor. Muhteşem Cate Blanchett’sa hiç zorlanmamış. Shia LaBeouf ve Karen Allen da üzerlerine düşenleri layığıyla yapıyorlar. Fakülte dekanı rolünde Kırmızı Değirmen gibi filmlerden tanıdığım Jim Broadbent’i görmek hoşuma gitti. Indy’nin yakın dostunu canlandıran ve 2004 yılında ölen Pat Roach’un yerini başarıyla dolduruyor. Ancak filmdeki karakterlerde bazı sorunlar var. O Mac nedir öyle? Mumya filminde esas oğlanın paragöz kayınbiraderinin çakma bir versiyonu olmuş, başka da bir şey olamamış. Zaten Mumya da aynı dönemde geçiyordu. Sanki iki karakter bir yerde tanışmışlar gibi olmuş. Ayrıca geçmişte hükümet politikalarını ve devleti eleştiren, dar görüşlükle suçlayan Indy’nin casusluk yapmış olması da bana pek inandırıcı gelmedi açıkçası. Maceraperest arkeolog imajının dışına çıkılmasına gerek yoktu. Yine aynı sebepten dolayı filmin sonunda fakülteye geri dönmesini de Indy’ye yakıştıramadım. “Öpün elimi barışalım” pek Indy’nin tarzı değil. Sadece eski filmlerle değil, Kristal Kafatası Krallığı filmindeki davranışlarıyla da tutarsız.

Ulusa Serzeniş: Filmin aksayan yönlerinin %99’u senaryoya dayalı. Bunda da senaryonun yazılış şeklinin büyük etkisi var sanırım. Filmin senaryosu, David Koepp’e gelene kadar aralarında M. Night Shalamayan’ın ve Frank Darabont’un da bulunduğu 4, 5 farklı kişinin elinden geçmiş. Frank Darabont’un senaryosu sürpriz bir şekilde reddedildikten sonra Harrison Ford’un “film 2008 sezonuna yetişmezse tamamen rafa kaldırılmalı” gibisinden açıklaması, senaryo çalışmalarının biraz sıkışmasına sebep olmuş. David Koepp de diğer yazarlar çok yetenekli olduğu için mi, kendi yeteneksiz olduğu için mi (olmadığını biliyoruz), yoksa vakit darlığından mı neden bilinmez, önceki senaryoların beğendiği yönlerini alıp kendinden de bir şeyler katarak böyle derme çatma bir senaryo oluşturmuş. Anlayacağınız sevgili okurcular, yazının girişinde aktardığım Gargamel büyüsü var ya, senaryo da aynen öyle. Hal böyle olunca aceleyle geçiştirilen, bir yere varmayan alt hikâyeler, zorlama espriler, hafif karton karakterler dolmuş filmin içine. Belki de filme 3 saatten kısaltılmış havasını veren şey de budur.

Bir de Indiana Jones’un eski ruhunu kaybettiğini söyledik. Film gösterime girmeden önce Spielberg bir televizyon programında “silahını ateşleyen bir kahramanın çocuklara kötü örnek olacağı gerekçesiyle bu filmde Indiana Jones’a silah vermediklerini” söylemesine değinmek istiyorum. Eski filmleri bir hatırlayalım. İlk üç filmde Indiana Jones’un silah kullanması bir yana, filmlerin finalleri de pek “çocuk filmi” sınıfına girecek cinsten değil. İlk filmdeki insan azmanını uçak pervanesi biçiyordu. Filmin sonunda kutsal sandığa saygısızlık eden Nazilerin bedenleri, sandığın içindeki ruhlar tarafından eritiliyordu. Eritilmeyenler de göğe, kim bilir hangi cehennemde azap çekmek için gidiyordu. İkinci filmin insan azmanıysa bir merdanede kâğıt oluyordu. Finalde kötü adamlar ve esas kötü timsahlara yem oluyordu. Timsahlar, insan cesetlerini parçalamak için suyun içinde yuvarlanırken gösteriliyordu. Üçüncü filmin sonunda Indy tankın üzerinde dövüşürken Nazi askerlerini tank paletlerinin altına atıyordu. İnsan azmanı da bundan nasibini alıyordu. Kutsal kadehi arayan Nazi, yanlış kadehten içince hızla yaşlanıp, çürüyüp, toz haline gelerek ölüyordu. Kısacası bu filmler çocuk filmleri değildi. Film seleflerinin havasına sahip değil diye söylenip duruyorum ama Spielberg’in bu açıklamasından anladığım, amaç zaten o havaya sahip bir film çekmek değilmiş. Baştan beri bizi kazıklamayı düşünüyormuş Steven Bey Amca.

Fırsat bu fırsat, buradan George Lucas ve Steven Spielberg ikilisine seslenmek, naçizane bir tavsiyede bulunmak istiyorum: Çocuk filmi çekmeye kalkışmayın, zira beceremiyorsunuz. İkilinin el attığı Yıldız Savaşları’nın Gizli Tehlike ve Jedi’ın Dönüşü filmlerini, Hook gibi filmleri hep bu saplantı mahvetti. Oysa ciddi çektikleri filmlere bakalım: Spielberg cephesinde Güneş İmparatorluğu, Mor Yıllar, Üçüncü Türle Yakın İlişkiler, Jurassic Park gibi filmler parlarken, George Lucas’ın ilk iki filmi olan THX-1138 ve American Grafitti bugün sinema klasiği sayılmaktadır. Bir daha söylüyorum: Beceremediğiniz tek şey belki de çocuk filmi, ama inatla, çok ihtiyacınız varmış gibi, para için o yöne gidiyorsunuz. Yapmayın. Sonra Indiana Jones 4 gibi filmler çekiyorsunuz, bizi üzüyorsunuz.

Toparlarsak: Filmi bu kadar yerden yere vurmak istememiştim aslında. Hatta kötü bir film olduğunu da düşünmüyorum. Evet, son Indy filminin üzerinden 20 yıl geçti. Evet, bu esnada Dünya’nın siyasi konjonktüründen (ilgisi yok mu sanıyorsunuz?) sinemadaki estetik anlayışına kadar pek çok şey değişti. Ancak değişim nereye kadar gitmeli, nerede durmalı? Siz bir filmdeki başkahramanın müziğini, silahını, ruhunu, hatta adını bile elinden alırsanız, önceki filmlerin hayranları olarak beğenmemizi nasıl beklersiniz? Yazık olmuş Indiana Jones’a. Mumya gibi (“Mac” karakteri), Tomb Raider gibi (“51. Bölge unsuru) kendisinden esinlenen fikrî mülklerden etkilenmiş, yazar değişikliği yüzünden pek çok şeyiyle birlikte karakterini de kaybetmiş, iki arada bir derede bir film var karşımızda. Bunda senaryo yazarı David Koepp’in eski filmlere tat veren formülü kavrayamamasının mı, yoksa Spielberg’le Lucas’ın çok ihtiyaçları varmış gibi daha fazla para kazanmak için çocuk filmi çekme saplantılarının mı, yoksa senaryonun “kes katla yapıştır” yöntemiyle yazılmış olmasının mı etkisi olduğunu bilmiyorum ama olmamış. Eğlenceli bir aksiyon filmi olduğu muhakkak. Ancak bu devrin filmi olmadığından, Indiana Jones adını çıkardınız mı geriye izlemeye değer çok az şey kalıyor. Indiana Jones’sa sadece filmin adında kalmış maalesef. İşte bu paradoks yüzünden Indy serisine devam etmek isteyenlere bu filmi izlemek yerine Fate of Atlantis’i kurup baştan oynamalarını tavsiye ederim. Benim nazarımda Indiana Jones’un gerçek ruhunu yansıtan Indy4 odur çünkü.

2 yorum:

dnecro dedi ki...

katıldım, sevindim, üzüldüm, kızdım, beğendim, beğenmedim, sinir oldum, eğlendim. :)

hakikaten dediğin gibi olmuş ya. cok üzüldüm izlerken yazık olmuş. ÇOcuk filmi değilki indy ne alaka şimdi çocuk filmi çekmeye çalışmaları bildiklerini yapsalardı 5/5 alırdı. Yazık. Sadece yazık....

Adsız dedi ki...

Dikkat!!! Film hakkında izleme zevkinizi bozabilecek bilgiler içerir...


Hmmm... Ben de filmi pek beğenmedim açıkçası ve tahminimce bir 20 dakika kadar eksik kısmı var - olmazsa olmaz zaten, Theatrical Release DVD'si satılacak ki sonra bir de Director's Cut satılabilsin ;)

Ancak, dönemle ilgilenen biri olarak o 20 dakikanın 5-10 dakikasını kafamda doldurabildim. O zamanları incelerseniz, James Dean tadında oğlanların ve Komunist suçlamalarının ne kadar da dönemi tanımlar öğeler olduğunu görebilirsiniz. Dolayısıyla, saç tarayan motorsiklet tamircisi (onlar kendilerine isim koyarlardı, Mutt da takma ismi yani) ve Indy'nin okuldan atılması güzel birer klişe yansıması.

Ha, dönemi öyle seçmeselerdi ya da konunun üzerinde hiç durmasalardı derseniz, pek çıkışı yok gibi duruyor - Naziler yok, Indy 30 yaşındaymış numarası yapmak pek de kolay değil (ve komik olurdu zaten) ve tükm taşların yerine oturduğu bir soğuk savaş - paranoya - yaş uyumu var ;)

Cate'in ölümüne gelince, zuzaylılar ütm sözlerini tuttular, tüm gücü verdiler adına, ancak bilgi çok aşırı yüklenmeye sebep oldu ya da diğer kendi boyutlarına geçmeleri ile Cate orada varolamadı ve öldü - hikaye bu :) Orada bilinçli bir öldürme eylemi olduğunu zannetmiyorum ;) "Tüm bildiklerinizi verin" dedi, Memory Overflow oldu :D

Bunlar dışında, Fatman midir artık, Littleboy mudur, onun denemesinden buzdolabının kurşun gömleğinin yetmesinden yılanın indy'nin ağırlıüını taşımasına kadar gerçekten iç sıkıcı fiziksel kusurlar önceki filmlerdeki gibi ilüzyonun, atmosferin içerisinde yoğunluktan farkedilmesi bile mümkün olmayan detaylar değil izleyicinin gözüne sokulan basitlikler halini almış.

Filmde hiçbir sürpriz görmedim açıkçası. "Annemin adı Mary" dendiği andan itibaren Marion'un filmin aşk öğesi olduğu, Mutt'ın HJ Jr. olduğu anında anlaşılıyor ve "yardım getir" diyen düşman bölgesindeki aklı evvel Indy de yardım getireceğim diye düşmanları getiren profesör de zorlama esprilerde Oscar adayı olarak sezonu kapatıyorlar.

Zuzaylı olayı çok da kötü gelmedi bana açıkçası; son ana kadar gizlemenin yolunu bulsalardı ("uzun kafa, psişik güçler, hmmmm, üstelik 51'inci Bölge? Yok, yok kedidir" denecek hali yok) güzel bile olabilirdi.

Şu hali ile küçük kuzenlerime izletsem filmi sıkıcı ve beyinsiz bulurlar diye düşünüyorum.

Kısacası, DVD çıktığında alınabilir - Indy hayranıysanız ve koleksiyon tam olsun istiyorsanız - ama filme gitmeye değmez.

Sevgiler ;)