1 Aralık 2008 Pazartesi

Doomsday: Kıyamet Sonrası Ezogelin Çorbası

Künye:

Yönetmen/Senarist: Neill Marshall
Yapımcı: Benedict Carver, Steven Paul
Yapım yılı: 2008
Oyuncular: Rhona Mitra, Bob Hoskins, David O'Hara, Malcolm McDowell

İlgili Bağlantılar: IMDB | Filmin resmî sitesi | Filmin fragmanı

Doomsday hakkında pek çok olumsuz şey yazabilirim. Hatta müsterih olun, bunları yazacağım da. A_Generic3ncak Doomsday öyle bir etki yarattı ki bünyemde, bütün o olumsuzlukları silip atmamı sağladı. Beklentilerimin alayını boşa çıkarmasına rağmen bana kendini sevdirmeyi başardı. Bir sürü filmden araklama yapan, özellikle ikinci yarısında, sanki para bitmiş gibi prodüksiyon hatalarıyla dolu olan bir film bunu nasıl başardı, hâlâ anlayabilmiş değilim. Belki bu yazının sonunda biraz beyin jimnastiğiyle anlamış olurum diye düşünüyorum. _Son3Madem böyle bir arayış içersindeyim, öncelikle “Doomsday nedir?” sorusunun cevabını vermem gerekiyor. Doomsday kıyamet sonrası bir ortamda geçen ve pek çok filmden “sahne ödünç alan” bir filmdir.

İngiltere’deyiz. “Orakçı virüsü” adında bir virüs, İngiltere’nin güneyinde salgın halindedir ve _Duvar1çok sayıda ölüme sebep olmaktadır. Virüsün tedavisi bulunamamakla birlikte, hükümet radikal bir karar alarak hastalığın henüz görülmediği ülkenin kuzey kısmını devasa bir surla çevirmiştir. Filmimiz işte bu noktada başlıyor. Askerler, galeyana gelen halkı tahliye etmekten vazgeçip gidiyorlar. Surların kapısı kapatılıyor ve saldıran halk makineli tüfekli askerler tarafından telef ediliyor. Halk tecrit ediliyor ve _Duvar2İngiltere’nin güneyi, Dünya’nın en büyük açık hava hapishanesi haline geliyor. Bu çatışmadan kurtulan tek kişiyse, arbede esnasında annesinin kucağında olan ve bir kaza kurşunuyla gözünü kaybeden Eden Sinclair oluyor.

Aradan 30 yıl geçmiştir. Surun çevresindeki makineli tüfekler otomatikleştirilmiş, etrafı mayın tarlasıyla çevrilmiş, surun kapısı kaynakla kapatılmıştır._BK3 İngiltere, ülkenin güneyine uyguladığı gereksiz sert önlem nedeniyle uluslar arası arenada tecrit edilmiştir. Eden Sinclair büyümüş, fıstık gibi hatun olmuştur. Meslek olarak polisliği seçmiştir. Kayıp gözünün yerine elektronik bir protez takılmıştır. Bu protezi bazen yerinden çıkarıp istihbarat için kullanmaktadır. Yine bu şekilde tamamladığı bir operasyondan sonra Bob Hoskins’in canlandırdığı polis şefiyle oturup sigara içerler. Burada hayatını kurtaran annesinin Eden Sinclair için hâlâ ne kadar büyük önem arz ettiğini ve amiriyle ilişkisindeki samimiyeti görürüz. Bu arada yapılan bir baskında orakçı virüsünün, surun kuzeyine geçmenin bir yolunu bulduğu görülür. Görülen tek şey bu değildir. _Kopya3Ülkenin güneyine, yani surun diğer tarafına ait uydu görüntüleri orada hâlâ yaşayanlar olduğunu göstermektedir. Demek ki burada kalan doktorlar bir tedavi bulmuşlardır. Hükümetten bir kişi, Sinclair’in şefiyle bağlantı kurar. Küçük bir ekibin surdan içeri girip tedaviyle birlikte geri dönmelerini isterler. Ekibe liderlik etmesi için de polis şefinden en iyi adamını isterler. Bu da Sinclair’den başkası değildir elbette.

Filmin konusunu vermeyi bu noktada bırakalım ve güçlü yönlerini irdeleyelim biraz. Mesela senaryonun yarattığı panik dalgasının ve virüsün bu şekilde daha hızlı yayılmasının _Karakter1son derece güzel şekilde verilmiş olduğunu belirtmem gerekiyor. Senaryonun yarattığı kıyamet ortamını gayet güzel ve gerçekçi buldum. İnsanlar virüsten kaçmak için sürekli hareket halindeler ve bu kaçışma hali, virüsü taşıyanların hastalığı yaymasına, hayatta kalma içgüdüsünün hayatın aleyhine çalışmasına sebep oluyor. Bütün bunlar, politika sosuyla harmanlanarak veriliyor. Filmin senaryosunun politik yönü de kesinlikle eğreti durmuyor. Virüsten korunmak için kullandığı insanlık dışı yöntemler yüzünden tecrit edilmiş bir ülkenin kukla başbakanı ve ülkeyi perde gerisinden yöneten uyanık yardımcısı kesinlikle filmin lehine çalışıyor ve karamsar kıyamet sonrası ortamı tamamlayan, bunun politikadaki yansımasını oluşturan bir tablo çiziyor. Buradan hareketle, karakterler aralarındaki etkileşimin de başarılı bir şekilde işlendiğini söyleyebiliriz. _BK2Başbakanla yardımcısının ilişkisinin yanı sıra, Sinclair’le amiri arasındaki baba-kız, bir o kadar kanka tadındaki ilişki de son derece güzel. Her iki ilişkide de taraflar birbirlerine yaslanıyorlar. Aradaki en önemli fark, Sinclair-Amir Bill Nelson arasındaki ilişkinin içinde suiistimal sözcüğüne yer olmaması.

Filme methiyeler düzmeye yeni bir paragrafta devam edelim, zira karakterlerden bahsetmek istiyorum. Esas kız Sinclair, betondan bir ormanın gorilidir. Sinclair, 2033 model bir barbardır. İsminin anlamıyla tamamen tezat oluşturan bir cehennemin zebanisidir. _Esir2Hiç bilmese, tanımasa bile onu hâlâ kökenleri yönlendirmektedir. Yapılan insanlık dışı uygulamaya bünyesinde yarattığı etki yüzünden duyduğu kin, onu içinde bulunduğu sözde medeniyet içinde bir sivilce, bir çıkıntı olarak durmasına sebep olarak kalmakla kalmıyor, aynı zamanda da görev için de biçilmiş kaftan haline getiriyor. Doğduğu, başta ailesi olmak üzere her şeyini kaybettiği topraklara dönmeyi o da istiyor ve bu görev ona böyle bir fırsatı altın tepside sunuyor. Sinclair’in kötü taraftaki aynamalası göreviniyse Başbakan Yardımıcısı Michael Canaris üstleniyor. Canaris, Sinclair’in gitmek istediği noktada bulunuyor ve barbarlığını takım elbisesinin altına gizleyip sinsice dışa vuruyor. _Son1İki karakter arasında yöntem farkı olabilir ama aslında birbirlerinden pek farkları yok. Kayda değer bir diğer karakter olan, Bob Hoskins’in canlandırdığı amir Bill Nelson ise kızının sorunlarına üzülen bir baba portresi çiziyor Sinclair’e karşı. Ancak bu korumacı tavrının mesleğinden geldiğini de özellikle başbakanlık binasındaki sahnelerden anlıyoruz.

Konuyla devam edelim. Eden Sinclair, yağmurlu bir havada (ne de olsa İngiltere) ülkeyi ortasından ikiye bölen sura gider. Burada ekibiyle tanışır. _Generic1Film, başkarakterlerini tanıtırken gösterdiği özeni bu karakterlerin tanıtımına göstermiyor ama ilk fırsatta harcanacak bu karakterler bile karton olmaktan çok uzaklar. Göreve çıkıldığında, insanların gerek virüs, gerekse birbirleri tarafından avlanarak yok olmasının etkilerini görüyoruz. Araba enkazlarının bulunduğu yolun iki yanındaki otluk arazide sayıları kontrolsüzce çoğalmış devasa inek sürüleri, harabeye dönmüş bir şehir, bu hayalet şehrin betonlarının arasından çıkan bitki ve ağaçlarla ölüme inat direnen bir yaşam. Tahmin edeceğiniz üzere işler planlandığı gibi gitmiyor. Adamlarımızın çoğu, daha görevin başında yedikleri bir baskında telef oluyorlar. Es kaza sağ kalanlarsa esir düşüyor. Bu noktada film, iki önemli karakter daha _Esir3 tanıtıyor bize: Sol ve Cally. Sol, felaketin küllerinden doğan ve birbirleriyle savaşan iki topluluktan birinin lideri. Peki kötü biri mi? Bunun, film için hayati öneme sahip bir sahneyi incelediğimiz bir sonraki paragrafta vereceğiz. Cally’yse çok baskın değil ama çok önemli bir karakter. İzlememiş olanların zevkini kaçırmak istemiyorum. İzleyin, görün.

Gelelim o önemli sahneye. Burada, Sol’un önderlik ettiği toplumun eğlence anlayışını görüyoruz. Sahnede iki kadın dans ediyor. Bunlar zaten yarı çıplak._Egl1 Olan kıyafetlerse cinsellik vurgusu yapmaya yönelik. Motosikletler lastik yakarak anlamasız bir gösteri yapıyorlar. Sonra sahneye Sol çıkıyor ve berbat bir şarkı söylüyor. Aynı cinsellik vurgusu, Sol’da da mevcut. Derken Sinclair’in ekibinden esir düşecek kadar şanssız olan biri getiriliyor. Üzerine benzin dökülüp diri diri yakılıyor. Kızartılan “yemek” parçalanarak ahaliye dağıtılıyor. Sol, sahneden kalabalığın üzerine tabaklar atıyor. Bu sahnenin anlamsız bir cinsellik ve vahşet gösterisi olduğunu zannediyorsanız, bir daha düşünün. Çok daha büyük bir amaç var burada. Bir kıyametin ardından hayatta kalan,_Egl2 şanslı mı yoksa şanssız mı oldukları su götüren bir grup insanın oluşturdukları toplumun eğlence anlayışını görüyoruz. Çarpık mı? Kesinlikle. Ancak bir kıyametin içinde ölüme terk edilen ve bir şekilde hayatta kalmayı başaran bu insanların hezeyanını yargılama hakkımız bulunmuyor. Sol’a “kötü” diyemememizin sebebi de bu. Bu toplumu oluşturan bireyler için kullanabileceğimiz en ağır tabir “mağdur” olabilir. Metallica’nın, filmin geçtiği ortamı çok iyi özetleyen bir isme sahip olan Sanitarium (Tımarhane) şarkısında dediği gibi: _Egl3 Hoyrat davranışlar hoyrat tepkiler doğurur. Sol ve önderlik ettiği toplumsa takım elbiseli barbarlar tarafından barbarlığa itilmiş insanlar olarak bu sözü doğrular nitelikte. Sol’un savaş halinde olduğu ve Kain’in önderlik ettiği diğer toplumun da durumu çok farklı değil. Hayat tarzları farklı olsa da, şiddetle aksini iddia etseler de medeniyete ve insanlığa daha yakın değiller.

Filmin aksayan yönlerine geçmeden önce oyunculuklara değinelim. Eden Sinclair rolündeki Rhona Marta fevkalade güzel bir oyuncu. Fiziksel güzelliğinin yanı sıra (yengeniz olur, o derece yani) _BK1karakterini iyi tahlil ettiği her halinden belli oluyor. Aksiyon sahnelerinin altından da iyi kötü kalkıyor. Oyunculuk gücüyle öne çıkan iki isimse Bob Hoskins ve David O’Hara. Bob Hoskins zaten kendini ispatlamış, kötü filmlerde bile iyi oynayan bir aktör. Belki en iyi oynadığı film bu değil, Nuriega’da olduğu gibi bir oyunculuk dersi vermiyor ama oyun gücüyle parladığı da bir gerçek. Daha önce pek rabıtamın olmadığı, başbakanın arkasındaki yılan politikacı rolündeki David O’Hara ise benim için tatlı bir sürpriz oldu. _Karakter2 Barbarlığını arkasına gizlediği ifadesiz suratıyla karakterinin ruhuna işlemiş olan sinsiliği son derece başarılı bir şekilde yansıtmış. Aferin ona. Bunlar öne çıkanlar ama filmin genelinde önemli bir oyunculuk zaafı bulunmuyor. Bekleneni veremediğini düşündüğüm tek isim Malcolm McDowell oldu ama o da rahatsızlık verecek düzeyde değil.

Geldik filmin aksayan yönlerine, yani zurnanın zırt dediği yere. Bu noktada anahtar sözcüğümüz “kiç”. Hem eleştiriyi sağlamlaştırmak, hem de aklına fesat çağrışımlar gelenleri bertaraf etmek adına, kiçin anlamını açıklayalım:

Kitsch (kiç) [1]

-Seçkinlerin benimsemediği kitlelerinde kopamadığı şey.
-Türk Dil Kurumunun yaptığı tanımıyla kiç; İlkel yollardan duyguları harekete geçirmek isteyen SÖZDE sanat eseri.
-Kiç ürünlerinin tümü yoğun bir duygusallıkla yüklüdür.
-Taklit olan şeyler kiçin bünyesini oluşturur.

Filmin ilk yarısında işleyen ve baskın olan bir senaryonun etkisiyle görmezden geldiğiniz kusurlar, ikinci yarısında odağın aksiyona kaymasıyla filme kiç havasını verecek kadar ön plana çıkıyor. Bu havayı veren etkenlerden en çok göze çarpanlarıysa, elbette esinlenmeler. _Kopya1Yönetmen/senarist Neil Marshall’ın önceki filmlerini izlememiş olsam da, referansları bunu taklitçilik adına yapmış olamayacağını, böyle bir şeye ihtiyacı olmadığını, bunun en fazla yönetmenin sevdiği filmlere bir saygı duruşu olabileceğini düşündürüyor. Buna karşılık özellikle filmin ikinci yarısında belirginleşen prodüksiyon zaafları (Sol’un sahneye çıktığı bölüm bu açıdan filmin kırılma noktası denebilir, zira aksaklıkların çoğu buradan sonra peyda oluyor), bu özelliğin filmin kiç havasını körüklemesine sebep oluyor. Neler yok ki saygı duyulan, eli öpülen filmler arasında. İçlerinde en baskın olanı, pek çok kişinin fark ettiği üzere Çılgın Max. Kıyamet sonrası ortam, derme çatma arabalarla kovalamaca sahnesi, anlamsız lastik yakma gösterileri, hatta serinin 3. filmindekini andıran bir trenle kaçış sahnesi. Kaçamayıp esir düştükleri, iki zırhlı personel taşıyıcının imha edildiği sahne, açık bir şekilde James Cameron’ın yazıp yönettiği ikinci Yaratık filmine benziyor. _Kopya2Aynı şekilde iki zırhlı personel taşıyıcı var. Biri imha edilince diğeriyle kaçmaya çalışıyorlar. Hatta ikinci ZPT’nin vuruluş şekli ve takla attığı sahnedeki kamera kullanımı, bana doğrudan bu filmi hatırlattı. Ormanda atlılarla olan sahne ve İngiliz şatosu unsuru, bana Cesur Yürek filmini hatırlatırken, arenadaki dövüşle Gladyatör de Doomsday’den nasibini alan filmler arasına katılıyor. Finalse bir filmden ziyade çizgi romana saygı duruşunda bulunuyor: Barbarlıktan krallığa terfi eden Kimmeryalı Conan.

Filmin aksiyonu bol ve yüksek miktarda vahşet içeriyor. Bu bakımdan her bünyeye göre olmayabilir. Aksiyon sahneleri filmin ilk yarısında filmin lehine işliyor. _Esir1Ancak filmin ilk yarısında dokunsanız parçalanan insanlar, ikinci yarısında 3 tane kocaman okla vurularak ölürken kanamıyorlar bile. Gladyatör dövüşünde Rhona Mitra elinden geleni yapsa da sahneyi kurtarmaya yetmiyor. İşin garip yanı, bu sahnenin genel kalitesi, filmin genelindeki dövüş sahnelerinin de çok altında. Arenadaki dövüşte gözlerim millî gururumuz Cüneyt Arkın’ı aramadı desem yalan olur. Filmin eksik bir şekilde “Mad Max çakması” olarak tanımlanmasına sebep olan finaldeki kovalamaca sahnesiyse izlenebilirlik gözetilmeden çekilmiş. Gereksiz ve anlamsız bir hızlı montaj, Sinclair’in kullandığı Bentley’in helikopterle havadan, ters açıyla ve çapraz geçişle alınan görüntülerini birbiri ardına sıralıyor. _Takip3Araya Bentley’in içindekilerin ve takipçilerinin görüntüleri serpiştiriliyor. Yine çapraz geçiş. Derken sıcak temas, havaya uçan arabalar, biraz daha çapraz geçiş. Kaçış manevraları ve bir kez daha, inatla çapraz geçiş. Bitirici darbeyi vuransa, sahne boyunca her türlü darbeyi alan, otobüsleri ortadan ikiye yaran İngilizlerin medar-ı iftiharı Bentley’in en fazla aynasının kırılıp yandan sarkması. Film, bu konuda bütün rekorları altüst ediyor anlayacağınız.

Bu aksiyon salatasından sonra film yeniden baştaki tarzına dönüyor, bir kez daha senaryonun gücüne dayanıyor ve bunu öyle bir hızlı bir şekilde yapıyor ki fark etmiyorsunuz bile. _Son2Sinclair’le Yılan Canaris arasındaki sahne, hâlâ gözünüzün önünde uçuşan otomobil ve insan parçaları varken filmin odağını yine güçlü olduğu yöne kaydırıyor. Neyse ki bu sahneler kısa sürüp film şak diye bitmiyor da, filmi yeniden yakalayabiliyorsunuz. Ben, bu finalin filme yakıştığını düşünüyorum. Canaris’in yaptıkları ve başına gelenler, Eden Sinclair’le âmiri Bill Nelson arasındaki, bir anlamda veda niteliği taşıyan son görüşme, Sinclair’in bu vahşet ve barbarlığın ortasında kendisini evinde hissetmesi ve buna bağlı olarak yaptığı karar, filmin genel havası ve yaratılan karakterlerle uyum içinde. Bundan önce incelediğim ve finaliyle bir çuval inciri berbat eden 3:10 To Yuma’nın aksine Doomsday, finali sayesinde aksiyon sahneleriyle yerlere döküp mundar ettiği incirleri yeniden çuvalın içine doldurmayı başarıyor.

Demir almak zamanı gelmişse Doomsday’den, toparlamak lazım gelir incelemeyi tez elden. Doomsday benimsediği tarz açısından dengesiz bir film. _BK2Dengesiz, çünkü bazı şeyleri çok iyi yaparken bazı şeyleri berbat ediyor. Senaryosu ve karakterleri son derece başarılı. Kendi içinde uyumlu ve bir mantık döngüsü var. Bu konuda getirilebilecek tek eleştiri, Sol’un sevgilisi Viper’ın çabucak harcanarak bir fırsatın heba edilmesi olabilir. Yine bir örnek vermek gerekirse Ben Foster’ın 3:10 To Yuma’daki Charlie Prince’ini aratmayacak potansiyele sahip bir karakter erkenden harcanıyor. Yine de bu israfın pek amaçsız olmadığını, Sol’un Sinclair’in peşine düşmesi için bir bahane verdiğini düşünerek mazur görebilmek mümkün. Senaryonun güçlülüğünün filmin aksayan yönlerine karşı sebep olduğu dengesizlik, film bittikten sonra damağınızda kalan kiç tadının ya kasten, ya da mecburiyetten yaratıldığı intibaını uyandırıyor. Sebebi ne olursa olsun, bu kiç genleri yerli sinemamızın bazı filmlerini hatırlatıyor. Son söz: Doomsday bir Çılgın Max çakması değil, İngiltere’nin “Dünyayı Kurtaran Adam”ıdır. Kesinlikle “boş” bir film değil. Eli yüzü düzgün senaryosunun ve oyunculuklarının hatırına en az bir kere izlenmeyi de hak ediyor. Çok bir şey beklemezseniz ve filmi hem güçlü, hem de kusurlu yanlarıyla yargılamadan, olduğu gibi kabul ederseniz büyük keyif alırsınız.

[1] Kiç kavramı konusunda alıntı yaptığım yazının tamamını okumak isteyenler burayı tıklayabilirler.

Hiç yorum yok: