1 Aralık 2008 Pazartesi

Tetikçi'yi Anlamak

01Künye:

Yönetmen: Antoine Faqua
Senarist: Jonathan Lemkin
Yapımcı: Lorenzo di Bonaventura
Yapım yılı: 2007
Oyuncular:
Mark Wahlberg
Michael Peña
Danny Glover
Elias Koteas
Kate Mara
Rhona Mitra
Ned Beatty

İlgili Bağlantılar:
IMDB | Filmin resmî sitesi | Filmin fragmanı

Konuya damdan düşer gibi girme alıştırmaları yaptığım için şöyle bir açılış yapacağım: Antoine Fuqua, İlk Gün (Training Day) filmiyle bizde açtığı kredisini hızla tüketmeye kararlı görünüyor. İlk Gün, biraz başrollerdeki Denzel Washington’la Ethan Hawke’ın çabalarıyla belirli bir kaliteyi yakalamış, biraz da akademiye yönelik ırkçılık suçlamalarını asılsız çıkarmak maksadıyla Denzel Washington’a Oscar verilmesine vesile olmasıyla adını duyurmuştu. Arkasından gelen Bruce Willis’li “tükaka Müslümanlar” filmi Güneşin Gözyaşları (Tears of the Sun), finalindeki gerilimli çatışma sahneleri ve Bruce Willis’in bildik karizması haricinde pek bir şey sunmuyordu. Kral Arthur’u efsane olarak değil de tarihteki gerçek rolüyle ele alma iddiasında olan aynı isimli film de, yine akılda kalan birkaç sahnesi haricinde (özellikle donmuş göl üzerinde savaş sahnesi) pek iz bırakmayan bir filmdi. Bütün bunlar hep İlk Gün’ün kredisinden yiyen filmlerdi. Sonra Tetikçi (Shooter) geldi. Merak ediyorsanız söyleyeyim, İlk Gün’ün kredisi biraz daha eriyor.

Esas oğlanımız Bob Swagger, tam bir vatanseverdir. O kadar vatanseverdir ki Amerika uğruna Dünya’nın öbür ucunda,a4a2ea5bad7fc4499ffcbb8xk6 ta Etiyopya’da,  hem de gayrı resmî olarak insan öldürmektedir. İlk kazığı böyle yer zaten. Düşman hattının gerisinde terk edilir, aynı zamanda kankası olan gözcüsü de ölür. Adamımız bundan sonra inzivaya çekilir. Bir gün, Yarbay Isaac Johnson adında biri ziyaretine gelir. Amerikan başkanına suikast düzenleneceği konusunda ihbar alındığını öğrenir, eski bir keskin nişancı olarak başkanın nasıl vurulacağı konusunda istihbarat çalışması yapması için güç bela da olsa ikna edilir. Swagger, başkanın gezi programında bulunan her yere gider. Keskin nişancı gibi düşündüğü için suikastın nerede ve nasıl işlenebileceğine dair bir rapor hazırlar. danny_glover__elias_koteas___mark_wahlberg__rade_sherbedgia_and_jonathan_walker_in_shooter_movie_imageBüyük gün gelir ve... Başkan değil, yanındaki Etiyopya Başpiskoposu vurulur. Suç Bob Swagger’ın üzerine atılır. Deliller ekilir. Ama Bob Swagger paçayı kurtarır. Vurulmuş olsa bile kaçar. Ancak yeminini bozmuştur artık. Devlet kendisini 2. kez keten pereye getirmiştir ama Swagger bu sefer inzivaya çekilmeyecektir. İntikamını almaya kararlıdır.

2 saat boyunca bir “klişeler resmî geçidi” izliyorsunuz. Hatta filmin bazı yerlerinde Cüney Arkın'ın ekrana fırlayıp nadide 59401581id4Türkçe'siyle “mbırag o gızı” diye  Elias Koteas'ın üzerine yürümesini bile bekledim diyebilirim. Zaten bu tür filmlerin izlediği belli formüller vardır. Mesela adamımız mutlaka önceden bir kazık yemiştir. Bu yüzden görevi almak istemez ilk başta. Kazığı yedikten sonra mutlaka ağır bir darbe alır. Vurulur mesela. Bu hasarın etkisinden de mutlaka karşı cinsten birinin etkisiyle kurtulur. Zira ergenleri filme çekecek bir öpüşme/sevişme sahnesi gereklidir.  shooter SPLASH3Ayrıca esas oğlanla müstakbel suç ortağı ve zevcesine hariçten yardım eden bir kişi daha vardır. Kötü adamların arasında mutlaka bir sadist olmalıdır. Baş kötü elini kirletmez, pis işlerini sağ kolu olan o sadiste yaptırır. Bu sadist, filmin bir yerinde mutlaka adamımıza yardım eden ve taze âşık olan hatunu ele geçirir. Hatunun bu sadistin elinden nasıl kurtulduğu konusunda bir fikir birliği içinde değildir senaristlerimiz. Film fazlaca maçoysa adamımız gelip kurtarır, bazen de hanım kızımız kendi çabasıyla kurtulur ki onun da yıkılmaz bir kale olduğu, shooter3esas oğlanımıza uygun bir zevce olduğu anlaşılsın. Sadist, mutlaka baş kötüden önce öldürülen son düşman olmalıdır. En son kötü adama gelinir. Bir ara paçayı kurtarırmış gibi olur esas oğlanın elinden ne uçan, ne de kaçan kurtulduğundan en sonunda kaderine boyun eğer. Kötüler cezasını bulur, şiddet yüceltilir, âşıkların kavuşmasıyla cinsellik de yüceltilir, biz de ilkel benliğimizi tatmin edip mutlu bir şekilde evimizin yolunu tutarız. Tetikçi, bu formülü oldukça tutucu bir şekilde izliyor. Bayık mı? Kesinlikle. Finaldeki avukatın meslekî ilkelerine aykırı davranışıysa tam bir facia. Yani bol klişe, beter son şeklinde özetleyebiliriz filmi.

Biraz oyunculuklardan ve rejiden bahsetmek istiyorum. Başrol için Mark Wahlberg seçilmiş. O da "dur şöyle dik dik bakayım da shooter1 aksiyon olsun" zihniyetiyle yaklaşmış rolüne ama 3 numaralı bakış da aksiyon filmlerinin klişelerinden biridir zaten. Wahlberg'in Büyük Bela (The Big Hit) gibi keyifli filmlerini izlemiş olsam da, pek parlak bir oyuncu olarak görmüyorum kendisini. Burada da aksiyon sahnelerindeki atletikliği dışında pek bir hüneri yok. Yine aksiyon filmleriyle ün yapmış Carl Urban, Matt Damon, hatta güreşçiden dönme Dwayne “the Rock” Johnson bile bu kadar ruhsuz görünmüyor gözüme. Buna karşın “keşke Mark Wahlberg yerine onlar olsaydı” da demiyorsunuz. O kadar kötü değil yani. Mark Wahlberg ne kadar kötüyse, ons4pn.jjezoe.1c4q5w Danny Glover da o kadar muazzam. Kendini beğenmişliği, küstahlığı ve tıslayarak konuşmasıyla karakteri için gerçekten güzel bir portre çizmiş. Elias Koteas da sadist yaver kötü rolünü doldurmasıyla burada bahsedilmeyi hak eden bir isim. Acemi FBI ajanı rolündeki Michael Peña’yla yakın zamanda Kıyamet Günü (Doomsday) filminde gönlümü çelen Rhona Mitra da önemli rollerde kendilerini gösteriyorlar. Tıpkı Güneşin Gözyaşları’nda olduğu gibi, Antoine Fuqua aksiyon sahnelerinde hünerini ve disiplinini konuşturuyor ama klişelerle dolu senaryo belini büküyor.

Yazının başlığı “Tetikçi’yi Anlamak”. Eh, filmi de pek beğenmemişim gördünüz üzere. Peki madem bu kadar kötü film, nesini anlayacağız Tetikçi'nin? Anlaşılması bu kadar zor bir film midir bu? Hayır, değildir. Bu kadar yerden yere vurduğum bir film hakkında yaklaşık 3 A4 sayfası uzunluğunda yazı yazmaya tenezzül etmemin sebebi, beni zayıf noktamdan vurmuş olması. sixth_day Film, özellikle 11 Eylül sonrası tüm Batı medeniyetlerinde (ve Batı medeniyetinin uydusu olarak bizde de) oluşan özgürlükleri kısıtlayıcı, hatta baskıcı ortamda daha fazla önem kazanan bir sistem eleştirisi içeriyor. Tetikçi'yi izlerken bir yandan da bugüne dek Koşan Adam’dan (The Running Man) Kumpas’a (Most Wanted), 6. Gün’den (The 6th Day) Richard Kimble’lı ünlü Kaçak'a (The Fugitive) kadar pek çok film aklıma geldi. Aksiyon sineması içinde bir alt türe ait olan bu filmlerin ortak özellikleri sistem eleştirisi içermeleri. 6. Gün, Kaçak ve Koşan Adam para hırsına, dolayısıyla kapitalizme yüklenirken (ve bir anlamda türde seksenli yılların geleneğini devam ettirirken), 11 Eylül sonrasının psiko-politik ortamında çekilmiş olan Tetikçi, derin devlet senaryoları üzerinden gidiyor. Filmde Amerika’nın pis işleri gayet güzel bir şekilde  sergilenmekte. Örneklerle açalım. Amerikalılar için yabancı ülkede asker terk etmek büyük olaydır. Askerin ölüsü bile geri getirilir. Filmin açılışındaysa Swagger’la gözcüsü terk ediliyor ve gözcü ölüyor. Küçük bir detay gibi görünse de, Amerika'nın dünyadaki süper güç konumunu korumak uğruna kendi ilkelerini bile yıkmayı göz aldığını göstermesi bakımından önemli. Bu “satış” olayının arkasındaki, Amerikan devletinin içinde bağlantısı olan grup, “Amerikan çıkarlarını korumak adına” fugitiveAmerika içinde de suikastlar düzenliyor. Suikastın suçunu üzerine yıktığı tek bir kişiyi yakalamak için devletin tüm imkânlarını seferber ettiği gibi, kendisini de adaletin üzerinde görüyor. Üstelik, gerçekten de üzerinde. Filmin karakterlerini, aksiyonunu, rejisini, hatta senaryosunun genelini istediğiniz gibi eleştirebilirsiniz ama hakkını verelim, ortaya koyduğu komplo teorisi pek öyle yabana atılır gibi değil. Bunun petrol için yapılıyor olması da, buram buram “Irak işgali” göndermesi kokuyor. Komplo teorileri üzerinden yapılsa da, bu bir sistem eleştirisi. Bunu da Amerikan sineması gibi yapan yok.  Zaten başka yapan da pek yok. Olabilir mi? Tartışılır. Sistem Batılılar'ın. O yüzden en serbest, en eleştiriye açık bir şekilde orada uygulanıyor. Söz gelimi oligarşik kapitalist devlet yapısına sahip ülkemizde böyle bir film çekilebileceğini hayal bile edemiyorum. Sadece devlet de değil. Kurtlar İmparatorluğu (Empire des loups, L') filminin yönetmeninin film çekilirken Türkiye'yi kötü gösterecekleri bahanesiyle mafyadan tehdit aldığını açıklamasını, daha 2-3 ay önce belgesel çekimi için Kayseri'de kale duvarına asılan Haçlı bayrağını gören bazı insanlarımızın olay çıkarmalarını, bir de göğüslerini gere gere “biz gericiyiz kardeşim, o bayrak oradan inecek” diye bağırdıklarını düşünüyorum da, daha 40 fırın ekmek yememiz lazım diyorum. 18406430Farklılıklar, eleştiriye tahammül gibi kavramlar biz de çok oturmuş değil. Kısa vadede oturacak gibi de görünmüyor. Avrupa deseniz, “sanat sanat içindir”in peşindeler. Bunu kötü bir şey olarak söylemiyorum ancak tutturdukları yol genel itibariyle böyle filmler çıkmasına pek imkân vermiyor. Diğer Avrupa ülkelerine nazaran daha çok aşina olduğum Fransız veya İspanyol sinemasının nadide filmleri tür olarak çok farklı kulvarlarda koşuyorlar. Avrupa'nın popülarite denince akla gelen ilk ismi Luc Besson da kendini prodüktörlüğe verdikten sonra oradan yana hiç ümidim kalmadı. Son ümidim Uzak Doğu veya yeni yeşermeye başlayan Rus sineması. Onlardan da bu mahiyette bir film izleyebilmiş değilim henüz.

Peki bu film üzerinden hareketle anlattığımız türü takdir etmeli miyiz? Bu zekâ seviyesinde yapıldığı sürece hayır. Tetikçi, seyircisinin kafasında soru işaretleri uyandırmaktan fight_club_ver1 çok uzakta olunca sistem eleştirisi sadece bu tarz filmlerin alıcılarını sinemaya çekmek için yapılmış gibi duruyor. Sistemden ziyade, içerdiği eleştirinin samimiyetini sorgulatıyor. Seyircisini iki saat boyunca dünyevi sorunlardan uzaklaştırmaktan başka bir şey yapmıyor. İzleyenler de “film işte” deyip geçiyorlar. Peki yapmalı mı? Seyircisini düşünmeye itmeye mecbur mudur bir film? Değildir elbette, ancak yaparsa da iyi olur. Sinema, bir eğlence aracı değildir sadece. Bir sanat dalıdır. Sistem eleştirisi de sorumluluk isteyen bir şeydir. Eleştiriyi Tetikçi filmi gibi ortalamanın altında bir zekâ seviyesine hitaben yaparsanız, tam tersi etki alırsınız. İnsanlar eleştirileri ciddiye almamaya, “film işte” deyip geçmeye başlarlar. conspiracy_theory Hikâyeniz işlevini tamamen yitirdiği gibi, bu durumun tekrarı halinde aynı işleve sahip eli yüzü düzgün senaryolar da görevlerini yerine getirememeye başlarlar. Bu işi layığıyla yapan Dövüş Kulübü (Fight Club), Komplo Teorisi (The Conspiracy Theory) gibi filmlerin, daha az aksiyon içermelerine rağmen seyircilerinin gözünde çok daha kalıcı bir yere sahip olmalarının sebebi de zannedersem bu. Hikâyeleri amaçlarına ulaşıyor çünkü. İnsanları bir şeyler düşünmeye sevk ediyorlar. Sonuçta gene “film işte” diyenler olacaktır. Hatta çoğunluk öyle diyebilir, ancak bir kişiye bile “acaba?” sorusunu sorduran film, benim gözümde amacına ulaşmış demektir. Tetikçi, bu soruları sordurmaktan çok uzak bir film. Hatta Yıldız Savaşları filmlerinin onca janjanının altındaki sistem eleştirisinin bile daha samimi olduğunu söyleyebilirim.

Sonuç itibariyle, Tetikçi haklı bir dava uğruna çıkıyor yola. Bir sanat dalının, bir sanatçının politik eleştiri yapması önemli ve gereklidir. Bir metal müzik dinleyicisi olarak, bunun önemini anlayalı çok uzun yıllar oluyor. Ancak filmin vardığı nokta, hikâyesinin amacına hizmet etmiyor. Hatta bıraktığı etki tam tersi istikamette. Belki de bu yüzden Tetikçi'den ziyade çağrıştırdıklarıyla ilgili bir yazı oldu bu. Bizimse daha ziyade Dövüş Kulübü gibi filmlere ihtiyacımız var. Tek cümleyle özetlemek gerekirse: İyi niyet, kötü film.

...Ve Perde ...Ve Hemen Sonrası

Ah, ne güzel heyecandır o. Az sonra perde açılacak ve film başlayacaktır. Gerçi şimdilerde perde yarım saat önce açılıyor ve size sonu gelmez bir reklâm silsilesi izlettiriliyor ama olsun. Hâlâ heyecanlıdır bu bekleyiş. Acaba nasıl başlayacaktır film? Hikâye anlatmayı seyahate benzetirsek, acaba nereden başlayıp nerede bitecek, arada hangi nefes kesici manzaraları beğenimize sunacaktır? Derken ışıklar yavaş yavaş kararır ve film başlar. Sizi de öyküsel seyahatinizin ilk manzarası karşılar beyaz perdede. Bu ilk manzaralar bazen o kadar güzel olurlar ki, aklınızın bir köşesinde mutlaka yer ederler. Filmin adı geçtiğinde gözünüzün önüne ilk o sahneler gelir. İşte size, naçizane kanaatimce gelmiş geçmiş en güzel, en görkemli, en atmosferik 10 film açılışı:

10.
Filmin Adı: Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği (Genişletilmiş Kurgu)
Yapım Yılı: 2001
Yönetmeni/senaristi: Peter Jackson/Fren Walsh
Açılış Türü: Adamlar yapıyor kardeşim!
Opening1Ve Perde: Orta Dünya’nın kısa bir tarihçesi anlatılır. Güç yüzükleri dövülür, herkeslere dağıtılır. Sonra Sauron gelir, cümle âlemi keten pereye getirir. Bu durum keten pereye gelenlerin hiç hoşuna gitmez tabii. Hemen birleşip bir ordu oluştururlar ve Sauron’a karşı harekete geçerler. İşte o iki ordunun çarpışması yok mu? Daha baştan filmin içine çeker sizi. Elflerin zırhları ve kalkanları. Howard Shore’un bir anda şahlanan görkemli müziği. Geniş alanda meydana gelen bir savaş. Elflerin kılıçlarının bir bir kalkarak yaklaşan orkları biçmesi ve bütün bunlara eşlik eden, Cate Blanchett’ın sahneyle tezat oluşturacak kadar dingin sesi.

09.
Filmin Adı:
Gladyatör
Yapım Yılı: 2000
Yönetmeni/senaristi: Sör Ridley Scott/David Franzoni
Açılış Türü: Vay anasını sayın seyirciler!
Opening2 Ve Perde: Ridley Scott, Gladyatör filminin açılışında birkaç işi bir arada yapar. Bunlardan ilki, Maximus’un hem filozof hem savaşçı olduğudur. “Topraktan geldik, toprağa gideceğiz” anlamında yere uzanıp biraz toprak alır. Nitekim, daha sonra bunu gireceği her büyük savaştan önce yapacaktır. Sonra askerlerine gaz vermek için yaptığı konuşmada “yaptığımız her şey sonsuzlukta yankılanır” gibisinden büyük laflar eder. Yetmedi, emir subayıyla konuşurken birazdan savaşacağı insanlara haklarını teslim eder. Derken oklar yakılır, kılıçlar çekilir, gürzler kalkanlara vurulur ve savaş naraları atılır. İlk mancınığın ateşlenmesiyle şenlik başlar. Gerisi Hans Zimmer’ın unutulmaz müziği eşliğinde havada uçuşan uzuvların balesidir.
08.

Filmin Adı: Cehennem Silahı
Yapım Yılı: 1987
Yönetmeni/senaristi: Richard Donner/Shane Black
Açılış Türü: Manyak bu herif!
Opening3 Ve Perde: Uyuşturucu satıcılarıyla yapılan bir pazarlık. Bıçkın tiplerin karşısında uzun saçlı bir kılkuyruk. O da ne? Kılkuyruk, bıçkınlara meydan okuyor. 100.000 dolar isteyen bıçkınlara çıkarttığı 100 doları veriyor. Adamlar itiraz edince gösterdiği rozetten kılkuyruğun aslında polis olduğunu anlıyoruz. Acaba kirli bir polis mi? Bıçkınlar rozetin sahte olduğunu, kılkuyruğun da deli olduğunu ima ediyorlar. Bunu duyan kılkuyruk, “evet, delinin tekiyim” diye bıçkınlara tokat atmaya başlıyor. Bıçkınlar tam işi ciddileştirmeye hazırlanırken kılkuyruk önce davranıyor. Silahı çektiği görünmüyor bile. Adamlara tutuklu olduklarını söylemesinden, karşımızdakinin kirli bir polis olmadığını da anlıyoruz ve fakat o da ne? Çatışma çıkıyor. Çevrede gizlenmiş diğer polisler de anında olaya dâhil oluyor. Bıçkınlardan biri hariç hepsi haklanıyor. Kılkuyruk ağaçlık bir yerde son adamı ararken adam onu buluyor ve kafasına silah dayıyor. Diğer polisleri rehinesini öldürmekle tehdit ediyor. Rehine olan kılkuyruksa “ateş edin, vurun onu” diyerek ölüme meydan okuyor. En sonunda yakın dövüş teknikleri kullanarak adamı alt ediyor. Diğer polisler kendisini sakinleştirmeye çalışıyorlar. Böylece Richard Donner ve senarist Shane Black, filmin iki ana karakterinden biri olan Martin Riggs’i birkaç dakika içinde seyirciye tanıtmış oluyor.

07.

Filmin Adı: Halka
Yapım Yılı: 2002
Yönetmeni/senaristi: Gore Verbinski/Ehren Kruger
Açılış Türü: Zıpladım lan!
Opening4 Ve Perde: Oldukça klasik ama etkileyici bir açılışı var Halka filminin. İki kız arkadaş (ki bunlara daha erotik bir hava katmak için kısacık etekli lise üniforması giydirilmiştir) bir evde yalnızdır. Muhabbet edip televizyon izlemekteyken konu o “meşhur” kasete gelir. İzleyen herkes bir hafta sonra ölüyormuş. Hadi canım. Olur mu hiç öyle şey? Kaseti izleyen hanım kızımız bir vesileyle yalnız kalır ve olup olmayacağını görür. Televizyonu kapatır, televizyon yeniden açılır. Bir daha kapatır, bir daha açılır. Fişini çeker, televizyon çalışmaya devam eder. Televizyondan sular akmaya, bizim kız kaçmaya başlar. Derken gardırobun içinde içindeki bütün sıvı çekilerek öldürülmüş gibi bir halde bulunur. Film, hem kaseti izleyenlerin akıbetini ilk üç dakikasında özetlemiş hem de bizi havaya sokmak için promosyon mahiyetinde bir gerilim yaratmış olur. Güzel filmdir, severim.

06.

Filmin Adı: Matrix
Yapım Yılı: 1999
Yönetmeni/senaristi: Andy & Larry Wachowski biraderler
Açılış Türü: Uçtu uçtu hatun uçtu!
Opening5 Ve Perde: Simsiyah ekranda, telefonda konuşan bir kadının sesiyle açılır Matrix. “Beni buldular, çıkarın buradan”. Konuşmanın geçtiği izbe otelin dışında, polis noktasına bir araba yanaşır ve içinden sinir bozacak kadar sakin bir ses tonuyla konuşan, takım elbiseli üç adam iner. Olay yerindeki amire kesin emir olmasına rağmen neden operasyona başlandığını sorduktan sonra ekler: O emirler sizi korumak içindi. Amirse kendinden emindir: Küçük bir kızla başa çıkabiliriz, merak etmeyin. Derken baskın olur. Polis, kadını köşeye sıkıştırmış olmanın verdiği haz ve kendinden emin tavırla ellerini başının üzerinde birleştirmesini söyler. Kadın yapar. Polis kelepçeleri takmak için yaklaşırken kadın aniden dönüp polisin kolunu kırar. Sonra zıplar ve ilk kurşun zamanı efektimizle karşılaşırız. Kadın tekmeyi atmadan önce zaman yavaşlar ve kamera polisle kadının etrafında öner. Kadın tekmeyi atar. Diğer polisler üzerine ateş açarlar. Sonradan adının Hıristiyanlık’a gönderme mahiyetinde “Trinity” olduğunu öğreneceğimiz kadın bir tekmeyle önünde duran sandalyeyi en yakındaki polise gönderir. Sonra duvarda yürüyerek diğer polisin yanına gelir ve onu da alt eder. Çatıya çıkıp kaçmaya başlar. İmkânsıza yakın atlayışlar yapar. Kovalamacanın bir yerinde karşısına filmin başında gördüğümüz takım elbiseli zat-ı muhteremlerden biri çıkar. Trinity’nin Dişine göre rakip olduğu her halinden bellidir. Canhıraş bir kaçış başlar. Ancak çatılar bitmiştir. Trinity önce geriye gider. Sonra var gücüyle koşarak çatıdan atlar. Resmen uçarak karşıdaki apartmana girer. Yarattığı karışıklığa uzak bir yerden de apartmandan caddeye çıkar. Telefonu çalan bir telefon kulübesine doğru yol alır ama bir kamyon hızlı bir şekilde gelir, burnunu kulübeye çevirir. Kamyonla Trinity arasında bir yarış başlar. Trinity kulübeye varır, çalan telefonu açar ve yaklaşan kamyonun farlarının ışığı telefon kulübesinin camında giderek büyürken elini cama koyar. Kamyon, telefon kulübesini biçer. Daha sonra, telefon kulübesinin enkazında Trinity’nin cesedinin olmadığını görürüz. Wachowski biraderlerin filminin güzel yanı, bütün bu olağanüstülükleri filmin kendi mantık döngüsü içinde oturaklı bir şekilde açıklamalarıdır. Filmin senaryosunu türün önde gelen eserinden kes/katla/yapıştır yöntemiyle “yazdıkları” için de normalde akıllarının ermeyeceği felsefî bir bakış açısıyla desteklemeyi de bilirler.

05.

Filmin Adı: Yaratık
Yapım Yılı: 1979
Yönetmeni/senaristi: Sir Ridley Scott/Dan O’Bannon
Açılış Türü: Eee?
Opening6 Ve Perde: Yaratık filmindekine açılış demek ne kadar doğru bilmiyorum. Zira listedeki diğer filmler gibi filmin içersinden çok keskin bir şekilde ayrılmıyor. Yine de filmin tarzı, alt metinleri ve karakterleriyle ilgili önemli ipuçları veriyor. Açılışı şu şekilde özetleyebiliriz: Hiçbir şey olmuyor. Bir uzay gemisinin içinde, çeşitli odaları görüyoruz. Hiçbir faaliyet yok. Bir başka oda, yine boş. Derken ekranlardan biri aydınlanıyor. Bilgisayardan bazı sesler geliyor. Ekrandakiler kaska benzeyen bir şeyin üzerine yansıyor. Görüntü kararıyor. Aslında görüntünün kararmadığını, karanlık bir koridorun içinde olduğumuzu ışıkların yavaş yavaş yanmaya başlamasından anlıyoruz. Koridor boyunca ilerliyoruz, önümüzdeki kapı açılıyor. Girdiğimiz odadaki ışıklar da birer birer yanarak odayı aydınlatıyorlar. Odadaki kriyo-uyku kapsüllerinin kapakları açılıyor. Kapsül sakinleri ufaktan hareketleniyorlar. Önce bir kol kalıyor. Sonra bir başkası doğruluyor. Bir bakıyoruz, üçlerinden üç tanesi doğrulmuş, biri yüzünü ovuşturarak kendine gelmeye çalışıyor. Bu dinginlik, filmin geneline yayılmış ve en gerilimli sahnelerde bile ödün verilmiyor. Çoğu zaman kurbanın öldürülüşünü görmüyoruz bile. Film, bu görevi hayal gücümüze bırakarak etkisini arttırıyor. İyi de yapıyor. Bu yönüyle Yaratık, “kitap gibi” bir film. Devam edelim. Hemen akabinde gelen kahvaltı sahnesi, filmin bir yönünü daha ortaya koyuyor: Doğallık. Bu da hiçbir şekilde ödün verilmeyen, özellikle meşhur yaratığın çıkış sahnesinde zirve yapan bir başka özelliği filmin. İş arkadaşları birlikte kahvaltı ediyorlar. Diyaloglar, birbirleriyle olan ilişkileri, kısacası her şey doğal. Kahvaltı esnasında bir kavramla daha tanışıyoruz: Şirket. Emperyalist, kapitalist bir kavram bu. Perde gerisinde her şeyi yöneten, istediğini yaptıran, istemediğini yapmayan, herkesi harcayabilen, kendisini her şeyin üzerinde tutan, dokunulmaz, şeytani bir varlık. Yaratık’sa, şirketin ve temsil ettiği kavramların her türlü pisliğinin vücuda gelmiş bir hali âdeta.

04.

Filmin Adı: Yıldız Savaşları Bölüm 5: İmparator
Yapım Yılı: 1980
Yönetmeni/senaristi: Irvin Kerhner/George Lucas
Açılış Türü: O devirde nasıl yapmışlar bunu?
Opening7 Ve Perde: Bütün Yıldız Savaşları filmleri aynı şekilde açılır ve bu açılış artık klasik mertebesine erişmiştir. Yıldız Savaşları’nın logosu ekranda göründükten sonra giderek uzaklaşır, bu arada her duyduğumda John Williams’ın dâhi olduğuna daha çok inandığım muhteşem müzik başlar. Kulaklarımız bayram ederken kahramanların içinde bulunduğu ortamı kısaca anlatan bir yazı görürüz. Bu sarı renkli yazı da son derece karizmatik bir şekilde, arka plandaki yıldızların üzerinde filmin adıyla anılan (Star Wars scroll) bir biçimle kayar. Sonra yazılar gider, yıldızlar kalır yadigâr. Kamera hafif aşağı doğru kayar ve görüntüye bir gezegen geldikten sonra durur. Derken görüntüye hareket halindeki bir gemi girer. Hemen hemen tüm Yıldız Savaşları filmlerinin ilk 30 saniyesi bu şekildedir. Ancak içlerinden biri vardır ki, farklı bir şekilde devam eder. Popüler kültürün kült olmuş bir ikonu için cesurca sayılabilecek bir yol izler: Büyük savaş filmin başında, büyük sürpriz filmin sonundadır. Eski üçlemenin orta filmi, tartışılır belki ama bugüne dek çekilmiş en iyi Yıldız Savaşları filmi olan İmparator, yavaş yavaş arttırdığı gerilimi filmin 10. dakikasında patlatır ve Hoth savaşıyla o dönem için neredeyse imkânsız olan sahneleri, George Lucas’ın geniş hayal gücüyle harmanlayarak gözlerimizin önüne serer. Buzul Hoth gezegeninin bembeyaz fonunun üzerinde, isyancıların ufacık gemileri ve piyadeleri imparatorluğun dört ayaklı devasa taşıma araçlarına karşı koymaya çalışırlar. İşin güzel yanı, başaramazlar ve kaçarlar. Sahne burada bitmez. Han Solo’nun Yıldız Destroyerlerinden kaçarken göktaşlarının arasına daldığı, yine o dönem için imkânsız sayılabilecek görkemde görüntülerle devam eder ve geçici olarak izin kaybettirilmesiyle son bulur. Film sakinleşir. Bütün bunlara John Williams’ın muhteşem müziği eşlik eder. Sonuç mu? Özellikle sinemada izlediğinde devleşen (Han Solo göktaşlarıyla vals yaparken gerçekten kafanızı eğiyorsunuz), ağzınızı açık bırakan bir filmdir İmparator.

03.

Filmin Adı: Yok Edici II: Mahşer Günü
Yapım Yılı: 1991
Yönetmeni/senaristi: İkisi de James Cameron
Açılış Türü: Kör gözüm parmağına.
Opening8 Ve Perde: James “Kamerun”un Tarzanca konuşan çevrelerce “Terminatör” olarak bilinen ve teknoloji korkusu aşılayan Yok Edici serisinin 2. filminin açılışı bir çocuk parkının etrafında geçiyor. Sarah Connor, oğlu John’a birlikte çocuk parkında oynamaktadır. Oyuncak atları, salıncakları, tahterevallileri görürüz. Derken nükleer felaket dayanır kapıya. Ekran bembeyaz olur ve görüntü değişir. İnsanların kafataslarından âdeta basacak yerin olmadığı resim gelir ekrana. İlk filmin izleyicileri, zamanda ileri gittiğimizi hemen anlarlar. Metalik bir ayak sertçe yere basarken kafatasını da parçalar. Kamera yukarı çıkar ve elinde devasa bir silah olan 800 serisinden bir robot görürüz. Etrafı biraz gördüğümüzde anlarız ki burası aynı çocuk parkı. Ancak ilk gördüğümüz halinden çok farklı. Tahterevallilerin metal kısımları eğilmiş, salıncakları tutan tek zincir kalmış, yerler insan kemikleriyle dolu. Birkaç savaş görüntüsünden sonra laf (ve kamera) dönüp dolaşıp insanlığın gelecek için tek umudu olan John Connor’a gelir. İkinci kez nasıl saldırıya maruz kaldığı, insanlığın nasıl ikinci bir koruyucu gönderdiği anlatılırken yüzünde devasa bir yara izi olan John Connor, sert bakışlarla savaş alanını izlemektedir. Müzik giderek yükselir ve jenerik başlar. Yine aynı çocuk parkındayız. Park alevler içersinde. Oldukça detay çekimler var. Alevlerin oyuncak atların ahşap yüzeylerini nasıl yaladığı gösteriliyor. Çocuk, gelecek demektir. Geleceğimizi nasıl yaktığımız gösteriliyor. Hem de 3 dakika içinde 3. kez. Her ne kadar prodüksiyon kalitesi yüksek görüntüler olsa da, mekân fakirliği ve bazı şeyleri fazla tekrar etmesi nedeniyle belki de en sönük açılış bu. Yazılan metin, insanda ilk filmin bir kopyasını izleyeceği yönünde yanlış bir izlenim uyandırıyor. Ancak çocuk parkını yanarken gösterdiğinde son derece ikna edici şekilde verdiği mesaj, kafadan 3. sıraya yükseltiyor onu: Bu şekilde devam edersek çocuklarımızı yakacağız. Bütün bunların arka planında çalan Brad Fiedel’in muhteşem teması da cabası. Hep birlikte tekrar ediyoruz, arkadaşlar: Tı-tım tım tı-tımmm!

02.

Filmin Adı: Kötü Ruh
Yapım Yılı: 1982
Yönetmeni/senaristi: Tobe Hooper/Steven Spielberg
Açılış Türü: Ne ki bu ki acaba ki?
Opening9 Ve Perde: Klasik aile görüntüsü. Evin annesi yatağında uyumaktadır. Evin büyük kızı yatağında uyumaktadır. Evin köpeği bunu fırsat bilip evin büyü kızının yarısını yiyip yatağında bıraktığı cips paketini alırken cipsleri ortalığa saçarak pislik saçmaktadır. Evin oğlu yatağında uyumaktadır. Evin babası televizyon karşısında uyumaktadır. Televizyon yayınıysa, 24 saatlik yayınlar başlamadan önce bizde de olduğu gibi, millî marşı çalıp yayınına son vermek üzeredir. Speilberg’in el attığı pek çok projede olduğu gibi, Amerikan millî marşı çalarken Amerikan bayrağı görülür televizyonda. Bilinçaltımıza yine “büyük Amerika” göndermesi yapıldıktan sonra yayın biter ve televizyonun ekranında halk arasında “karıncalanma” adı verilen görüntü kalır. Ne olursa ondan sonra olur zaten. Evin küçük kızı yattığı yataktan doğrulur. Merdivenlerden aşağı iner ve babasının uyuduğu salona gelir. Televizyonun hemen önüne geçer ve onunla konuşmaya başlar: “Merhaba! ... Neye benziyorsunuz? ... Daha bağırın, sizi duyamıyorum. ... Hey, alo! Alo? Duyamıyorum! ... Beş yaşındayım. ... Evet. ... Evet. ... Bilmiyorum. ... Bilmem.” Kız ellerini televizyona dayar. Kızının sesine uyanıp koltuktan doğrulan babanın şaşkın bakışları hislerimize tercüman olur âdeta. Ekran kararır. Kızın çağrıyı nasıl duyduğu, niye televizyonun başına gittiği, orada kiminle konuştuğu bir muammadır. Amerikan ailesinin gücünün Şeytan’ı bile dize getireceği konusunu işleyen film, sırtını klişelere dayasa da açılıştaki gizemini koruduğu sürece sürükleyici olmayı başarır. Ufak bir not olarak filmin ilerleyen safhalarında kızın televizyondan gelen sesinin Sanitarium oyununun ana menüsünde birebir kullanıldığını belirtelim.

01.

Filmin Adı: Er Ryan’ı Kurtarmak
Yapım Yılı: 1991
Yönetmeni/senaristi: Steven Spielberg/Robert Rodat
Açılış Türü: Çiçek çocukları “savaşma seviş” derken haklıymış.
Opening10 Ve Perde: Bu açılış, bence aksiyon filmi yönetmenliğinin doruk noktasıdır. Şehitlikteki mezarların başında ağlayan tonton bir ihtiyarın anılarına gidiyoruz. Omaha sahiline doğru yol alan çıkarma gemisi, denizin hareketiyle beşik gibi sallanmaktadır. Askerlerden biri bu sarsıntıya dayanamaz ve kusar. Gemideki komutan, askerlere son tavsiyelerini vermektedir. Gemi sahile yaklaştıkça savaşın sesleri duyulur ama kapaklar kapalı olduğu için hiçbir şey görünmez. Patlamalar, makineli tüfek sesleri, insanların feryat figan haykırışları. Ama hiçbir şey, kapak açıldıktan sonraki manzaraya hazırlayamaz seyirciyi. En öndeki 2 asker doğrudan vurulur. Onlar daha düşmeden arkasındaki 2 asker de gider. Şoku üzerlerinden atabilenler geminin yanlarından denize atlarlar ama bu da bir kurtuluş değildir. Suyun içinden vızır vızır geçen kurşunlar, pek azına yaşama şansı tanır. Er Ryan da bu şanslı azınlığın içindedir. Teçhizatının ağırlığı yüzünden istese de su yüzüne çıkamaz. Dipten yürüyerek kıyıya ulaşmaya çalışır. Bir adım atar. Başı suyun dışına çıkar. Savaşın gürültüsü. Tekrar batar. Bir adam daha. Tekrar sulara gömülür. Bir daha. Artık başı suyun üzerindedir. Kıyıya ulaşmaya çalışır. Su seviyesi alçaldıkça hızlanır ve sonunda tankları engellemek için konulan demir manilerden birinin arkasına saklanır. Ondan sonrası tam bir kargaşadır. Patlayan bombalar, havada uçuşan uzuvlar, mermilerin delip geçtikleri bedenler. Bağırsakları dışarı dökülmüş, “anne, anne” diye ağlayan bir asker. Acımasızca tetiğe basan, basmazsalar aynı akıbetle karşılaşacak olan Almanlar. Bir askerin ortalama hayatının 6 saniye olduğu Omaha sahili çıkarması. Steven Spielberg, savaş ortamını yer yer belgesel tadındaki açık form tekniğine göz kırpan bir tarzla bize yansıtır. Sahne o kadar iyi çekilmiş ve kurgulanmıştır ki, sanki zaten var olan bir savaş oradan geçmekte olan bir kameraya takılmış gibidir. Aslında kurgulanmış bir sahne olmasına rağmen kaos ortamını son derece güzel yaşatan açılış, belki de Coppola’nın 1979 tarihli klasiği Kıyamet’teki helikopterle köye saldırma sahnesinden beri çekilmiş en iyi savaş sahnesidir. Film hakkında istediğiniz eleştiriyi yapabilirsiniz ama açılış sahnesindeki ustalığa şapka çıkarmamak imkânsız. Spielberg’in çok abartılmaması gerektiğini düşünen biri olarak ben çıkartıyorum mesela.

Death Race: Bu parkurun dayısı benim!

Death-Race-small Künye:

Yönetmen/Senarist/Yapımcı:
Paul W. S. Anderson
Yapım yılı: 2008
Oyuncular:
Jason Statham
Tyrese Gibson
Joan Allen
Ian McShane
Natalie Martinez

İlgili Bağlantılar:
IMDB
Filmin resmî sitesi
Filmin fragmanı

Günün birinde kadri kıymeti bilinmeyen yönetmenlerle ilgili bir kitap yazarsam, bir bölümünü mutlaka Paul W.S. Anderson’a ayıracağım. Kendisi bir Scorsese, bir Coppola, bir Lucas, hatta bir Spielberg bile değil belki ama ne yönetmenliği, ne yazarlığı, ne de çektiği filmler “berbat” sıfatını hak ediyor. Açıkçası pek çok filminin de hak ettiğinden daha ağır eleştirildiğini düşünüyorum.

Kimdir Paul W.S. Anderson? Neden böyle çarşaf gibi bir ismi vardır da her yazışında yazarın parmaklarına koparırcasına eziyet etmektedir? Paul W.S. Anderson, sinemada bilgisayar filmleri uyarlamaları furyasını başlatan yönetmendir. Günümüzde, özellikle Üwe Boll’dan sonra pek iyi bir referans değil bu tabii. Ancak kanımca türün en başarılı örneklerini çeken de bu yönetmendir. İlk filmi Ölümcül Dövüş I’le (Mortal Kombat) pek kimseye yaranamamış olsa da gerek özen gösterilmiş, oyundaki “arena” havasını veren dekorları, gerekse yer yer parlayan dövüş koreografileriyle hâlâ bilgisayar oyunu uyarlamaları içinde en izlenebilir olanlardan biridir. İkinci filmi Ufuk Faciası, (Event Horizon), Sam Neill ve Laurence Fishbourne’lü kadrosunu akıllıca kullanan, yer yer seksenlerin korku furyasına göndermeler yapan, Yaratık’la (Alien) Şeytan (Exorcist) filminin bir karışımı olarak nitelendirebileceğimiz bir korku filmiydi ve Anderson’un bugüne dek çektiği en iyi filmdi belki de. Daha sonra Bıçak Sırtı (Blade Runner) filminin manevî oğlu statüsündeki Kurt Russel’lı Asker (Soldier) geldi. Ölümcül Deney’le (Resident Evil) yeniden bilgisayar oyunları uyarlamalarına dönen Anderson, artık çektiği filmleri yazmaya da başlamıştı. Sadece ilkini yönetmesine rağmen, serinin üç filmini de o yazdı. İlk Ölümcül Deney büyük ölçüde Küp’ten (The Cube) etkilenmiş olsa da izlenebilir bir filmdi. paulandersonŞiddetle tartışılır belki ama bugüne dek çekilmiş en iyi bilgisayar oyunu uyarlaması olarak bile düşünülebilir. Arkasından belalı bir projenin altına girdi Anderson. Alien vs. Predator’u çekti. Bu sefer memnun etmeye çalıştığı iki farklı grup vardı. Sonuçta ikisini de memnun edemedi belki ama amacının bu olduğunu da düşünmüyorum. Zira AvP daha ziyade Anderson’un yazarlığını konuşturmak istediği filmdi ve bunu da yaptı. Sonradan 5 dakika içinde harcayarak bir çuval inciri berbat edecek de olsa, karakterlerin hepsinin geçmişini yazıp seyirciye vererek “karton kurban karakter” sendromunu yenmeyi başardı. Yaratık filmlerindeki meşhur şirket Wayland-Yutani’nin ve serinin Ripley haricinde birden fazla filminde görünen tek karakteri olan Android Bishop’un kökenlerine inerek serinin evrenine katkıda bulundu. Kendisinin fikri mi, yoksa çizgi-romanlarında daha önce işlendi mi bilmiyorum ama Yaratık-Avcı kırması da son derece güzel bir fikirdi, filme dâhil ederek doğru bir şey yaptı.

Aynı Paul W.S. Anderson, yine kendi kaleme alıp yönettiği bir filmle çıkıyor karşımıza. 1975 tarihli Ölüm Yarışı (Death Race) filminin yeniden çevrimini üstleniyor ve belki de Ufuk Faciası’ndan bu yana en başarılı işini çıkarıyor. 2012 yılındayız. Henüz nükleer kıyamet yok. Daha birbirimizi kesmekle yetiniyoruz. Ekonomik bir kıyamet var. Gerçi o kıyametin kopması 2012’yi bulmadı ama Paul W.S. Anderson bazı kıyamet kehanetlerine gönderme yapmak istemiş olabilir. Her neyse, fabrikalar kapanıyor, işsizlik uçmuş, suç oranı patlamış, hapishaneler dolup taşmış durumda. joan-allen-in-death-raceİhtiyaçlar öyle boyutlara varmış ki koskoca bir ada hapishaneye dönüştürülmüş. Tabii bu da otomatikman hapishane masraflarının coşmasına sebep olmuş. Devlet bu masraflarla başa çıkamayınca özel şirketler hapishane işletmelerini devralmışlar. Adaya Terminal Island (sinemada Ölüm Adası olmuş ama tam çevirisi İnfaz Adası) adı verilmiş. Tabii böyle bir yatırım karşılığında para kazanmak ister deli gönül. İşte Ölüm Yarışı da böyle doğmuş.

Kahramanımız Jensen Ames, böyle bir ortamda işini kaybediyor. Fabrika kapatılırken bir de polis baskını gerçekleşiyor. Pek de “iyi” bir gün geçirmiyor yani ama ne gam! Evine gelip kendisini anlayışlı eşinin kollarına bırakarak teselli buluyor. Bu noktada Paul Anderson’un kısacık bir sürede Jensen Ames’ın evliliğiyle ilgili mümkün olduğunca fazla bilgi vermek, Death-Race-6karakterin altını doldurmak için çabaladığını görüyoruz. Çok detaylı bir bilgi edinebildiğimizi söyleyemeyeceğim ama karakterimizin ev ortamını ve film boyunca zorluklara karşı dayanma gücü verecek olan motivasyonunun nereden geldiğini görebiliyoruz. Birbirlerini seviyorlar, birlikte inşa ettiklerini seviyorlar. Birbirlerini de gayet iyi tanıyorlar. İdeal ve gerçek olamayacak kadar güzel bir evlilik bu. Hem de böyle bir devirde. Tabii devir kötü olunca (kollamak lazım, o laf bu filmin geçtiği ortam için söylenmiş sanki) böylesine rüyalar da alabildiğine kırılgan oluyor. J243441_10ensen Ames eşinin öldürülmesinin şokundan tufaya getirildiğini pek idrak edemiyor bile ilk başta. Tahmin edeceğiniz üzere, o da Ölüm Yarışı’nın düzenlendiği İnfaz Adası’na düşüyor. Hapishanenin müdürü mü desem, yoksa şirketin hapishanedeki temsilcisi mi desem, baskın bir otoriter karakter olan Hennessey, hâlâ hayatta olan kızını Ames’a karşı kullanarak Ölüm Yarışı’na katılmasını sağlıyor. Hem de bir sahne adıyla: Ames, efsanevî sürücü Frankenstein’ın yerine geçiyor ve efsanevî sürücünün eski ekibiyle (sürekli "var mı bize yan bakan"la "önümüze gelene güm tekme" arası surat ifadeleriyle dolaşan bir grup insan işte) çalışmaya başlıyor.

Frankenstein gerçekte var olmayan ve var olmayışıyla da çok şey anlatan bir karakter. Aynı zamanda filmin geneline yayılmış olan klişeleri ve biraz sonra değineceğim muhafazakâr duruşu çekilir kılan yegâne unsur. Frankenstein bir sahne adı. Asıl yarışçının adı Frank’miş. Yarışa girince Frankenstein olmuş. 22race-600Pek güzel, pek yaratıcı. Yarışlardan birinde geçirdiği kaza yüzünden yüzü fena halde yandığından maske takıyor. Tıpkı çizgi romanlardaki süper kahramanlar ve süper kötüler gibi kimliğini gizliyor. Frankenstein bir efsane ve kapitalizm, cirosunu arttırmak için kendi efsanelerini yaratır. Bu şekilde sizi, aslında ihtiyacınız olmayan şeyleri almaya ikna etmeye çalışır. “Efsane” sözcüğü, günümüzde bir pazarlama terimidir. Değil Ölüm Yarışı’nı izleyen bilmem kaç milyon seyircinin, bütün insanlığın Ölüm Yarışı gibi bir ucubeye ihtiyacı yok elbette. İşte Frankenstein efsanesi, programın rutin izleyicilerini pas geçip bu insanlara Ölüm Yarışı’nı pazarlamaya yarıyor. Tüm pazarlama numaraları gibi bu da içi boş bir şey, samimiyetsiz ve sahte. WEK_DEATHRACE082108B Yine çizgi romanlardaki insan üstü bir güç bahşediliyor Frankenstein’a: Hayatta kalma gücü. Asıl Frankenstein ölse bile efsane, bir başka insanın vücudunda yeniden hayat buluyor. Çünkü para getirdiği sürece gösteri devam etmeli, efsane yaşatılmalı. Ona da bir şey olursa bayrağı başkası devralır, zira insanların bir önemi yoktur. Asıl olan paradır. Hiçbir şey fayda etmezse, efsane harcanır, yok edilir ve bu da pazarlanarak rekor izleyici seviyelerine ulaşılır. Sonra da yeni bir efsane yaratılır. Bunların hepsi filmde var ve Anderson’un ucundan bucağından da olsa sistem eleştirisine soyunduğunu görmek hoş bir şey.

Biraz da filme adını veren Ölüm Yarışı’nın kurallarına biraz göz gezdirelim. Orijinal film pek çok şeye ilham verdi. Sinema tarihinde etkilediklerinin yanı sıra Carmageddon, Rollcage, Death Rally gibi bilgisayar oyunları dünyasından pek çok fikrî mülkü etkiledi. death-race-3000-4Hatta kendine ait çok eski bir oyunu bile var. Yönetmen/senarist Paul W.S. Anderson, bunları da yok saymıyor ve yaptığı uyarlamalarla mesleğe giriş yapmasını sağlayan bilgisayar oyunlarına adeta bir saygı duruşunda bulunuyor. Pistin üzerine kestirme yollar yerleştirmiş. Ayrıca bilgisayar oyunlarında “power-up” tabir edilen ve oyuncuya güçler kazandırmaya yarayan bir sistem var. Üç türlü güç özelliği var. Bunlardan biri aracın savunma sistemlerini, diğeri saldırı silahlarını, üçüncüsü de pistteki engelleri açıyor. Aynı bilgisayar oyunu gibi. Bu durum, Ölüm Yarışı’nın imajıyla da uyDeath-Race-MachineGunum içersinde aslında. Sonuçta kaybetmenin bedeli ağır da olsa (ölüyorsunuz, ötesi var mı?) bu bir “oyun”, bir “spor” olarak pazarlanıyor izleyicilere. Bir anlamda gladyatör dövüşlerini andırıyor ancak onlar kadar dürüst ve adil değil elbette. Öncelikle “şirket”in yarışa direkt müdahalesi var. Para unsuruyla doğru orantılı olarak hile, hurda, şike almış başını gidiyor.

Filmin adı Ölüm Yarışı olunca, insan yarış sahnelerini merak ediyor tabii. Ben de filmlerdeki takip ve yarış sahnelerini seven biri olarak olayı gidip yerinde tetkik ettim ve gördüm ki adamlar yapmış.112_0808_04z paul_ws_anderson death_race_mustang_and_jaguar_explosion Bugüne kadar Ronin’den Bourne serisine pek çok araba sahnesi izleyen benim bile, özellikle bazı sahnelerde ağzım açık kaldı. Sahnelerin bir özelliği, bunun bir ölüm kalım savaşı olduğunu başarıyla vermesi. Gerçekten canhıraş mücadeleler gerçekleşiyor. Ateş kusan silahlar, kaçış manevraları, kestirmelere dalış, zor kazanılıp kolay kaybedilen avantajlar, bütün bunların ötesinde, hapishane yönetiminin müdahaleleri. Anlatıp zevkinizi kaçırmak istemiyorum ama gerçekten görülmeye değer sahneler bunlar. Daha izlenesi sahnelerse arabaların hurdalarının çıktığı kaza sahneleri.112_0808_09z paul_ws_anderson death_race_mustang_explosion Bu sahnelerin her biri ayrı ayrı aklınızda kalıyor ve film bittikten sonra bile gözünüzün önünden silinmiyor. Atılan taklalar, ezilen metaller, kopan parçalar ve arabaların içindekilerin dramı, oldukça ayrıntılı bir şekilde seyirciye gösteriyor. Özellikle bir Dreadnaught’un ölümü sahnesi var ki kesinlikle görülmeye değer. Paul Anderson da yaptığı çekime güveniyor olacak ki, ağır çekimde, birkaç kameradan birden göstererek ağzınızı açık bırakıyor.

Biraz oyunculuklardan da bahsetmek gerek. Jason Statham cephesinde yeni bir şey yok. Keza Tyrese Gibson da öyle. Zaten bu tür filmlerde oyunculuk gücü, pazı çapıyla doğru orantılı olduğundan bütün aktörler görevlerini layığıyla yapıyor. Yan roller olan Koç ve teknisyenler de gerek karakter, gerekse oyunculuk bakımından olumsuz anlamda göze batmıyorlar. deathrace_stathamHatta görmüş geçirmiş Koç rolündeki Ian Mcshane’in filmin ortalamasının üzerinde olduğu bile söylenebilir. Bourne serisinden CIA şefi Langley olarak tanıdığımız Joan Allen ise bambaşka bir hikâye. Güçlü karakteri, otoriter yüz ifadesiyle resmen can buluyor. Joan Allen, filmin oyunculuk onurunu tek başına kurtarıyor. Bu da filmin özündeki muhafazakâr yapının daha da vurgulanmasına sebep oluyor. Film, feminizm karşıtı bir söyleme sahip. Özetle “kadınları tepenize çıkarmayın” diyor. Joan Allen’ın karakteri Hennessey the Kötü Kadın bir müdürden, bir üst düzey yöneticiden ziyade maderşah portresi çiziyor. Sadece hapishane çalışanları değil, mahkûmlar da onun kölesi. Hepsini avucunun içine almış ve istediğini yaptırıyor. Frankenstein’ın efsaneliği hayatta kalma gücünden geliyordu, Hennedeathracepic2ssey’in insanüstü yetenekleri ise sahibi olduğu sıra dışı yetkilerden geliyor. İstediğini azat edip hapishaneden çıkarabiliyor. Bir anlamda tek başına mahkûmları oraya tıkan adalet sisteminin bile üzerinde. Hennessey the Kötü Kadın, bu gücünü ve yetkisini her zaman kötüye ve kendi çıkarına kullanıyor ve Joan Allen’ın üstün oyunculuğu, filmin muhafazakâr söylemini daha da belirginleştiriyor. Elbette bir filmi suçlamak için Hennessey karakteri tek başına yeterli değil. Frankenstein’ın ko-pilotu Elizabeth Jane-Case’in ihaneti de var (Neyse ki filmin muhafazakâr söylemi, "kadın kısmından ko-pilot olmaz" diyecek kadar ileri gitmiyor). Anlayacağınız filmde hepi topu iki kadın karakter var, ikisi de kötü. Filmdeki erkek karakterlerin de melek olduğu söylenemez onlar pek belden aşağı vurmuyorlar. Kadınlar, kötü niyetlerinin yanında bir de güvensizlikleriyle resmedilmiş. deathrace-19-580x326 Filmin tek iyi kadın karakteri, Ames’ın eşi Suzy. Ancak o da filmdeki muhafazakâr söylemini vurgular nitelikte. Her daim eşinin yanında, dünyevî meseleleri hiç önemsemiyor. Onun için aslolan aşk. Çalışmaması, her ne kadar filmin kendi mantığı içinde, ekonomik kriz ve artan işsizlik ilişkisi çerçevesinde değerlendirilebilecek olsa da, filmin mevcut konjonktüründe göze batıyor. Paul W.S. Anderson özel hayatında bir kadından kazık mı yemiş de böyle bir film yazmış, yoksa film içindeki çeşitli dengeler yüzünden mi böyle bir hava oluşuyor bilmiyorum. Ufuk Faciası filminde kurtulan kişi bir kadın olmuştu. Kendi yazdığı Ölümcül Deney serisinde de başrol bir kadına ait. İster isteyerek, ister kazara oluşmuş olsun, anti-feminist havası, filmi Paul W.S. Anderson’un diğer filmlerinden farklı bir yere koyuyor.

Ölüm Yarışı, aksiyon filmlerine yenilikçi bir halka eklemiyor. Türün klişelerinden bol miktarda yararlanıyor. Muhafazakâr bir söylemi var ama inceden bir sistem eleştirisi de içeriyor. Buradaki “inceden” sözcüğünü zekâ kokan olarak değil, hafif ve yüzeysel olarak okuyun. Öte yandan "feodal düzene ve başındaki maderşaha başakladıran isyankâr anti-kahraman" temasının garip bir çekiciliği olduğu muhakkak. Oyuncular üzerlerine düşeni yapıyorlar. Aksiyon sahneleriyse tek kelimeyle muhteşem. Filme adını veren yarış, süre itibariyle neredeyse filmin yarısını kaplıyor ve soluksuz izliyorsunuz. Türün meraklılarının kaçırmaması gereken bir film. İki ufak not: Filmin başındaki Frankenstein’ın sesi, ilk çevrimde de Frankenstein’ı canlandıran David Carradine’a ait. Paul W.S. Anderson’un ilk filmi Mortal Kombat’ın başrol oyuncusu Robin Shou’ysa kısa fakat akılda kalıcı bir rolde.

Doomsday: Kıyamet Sonrası Ezogelin Çorbası

Künye:

Yönetmen/Senarist: Neill Marshall
Yapımcı: Benedict Carver, Steven Paul
Yapım yılı: 2008
Oyuncular: Rhona Mitra, Bob Hoskins, David O'Hara, Malcolm McDowell

İlgili Bağlantılar: IMDB | Filmin resmî sitesi | Filmin fragmanı

Doomsday hakkında pek çok olumsuz şey yazabilirim. Hatta müsterih olun, bunları yazacağım da. A_Generic3ncak Doomsday öyle bir etki yarattı ki bünyemde, bütün o olumsuzlukları silip atmamı sağladı. Beklentilerimin alayını boşa çıkarmasına rağmen bana kendini sevdirmeyi başardı. Bir sürü filmden araklama yapan, özellikle ikinci yarısında, sanki para bitmiş gibi prodüksiyon hatalarıyla dolu olan bir film bunu nasıl başardı, hâlâ anlayabilmiş değilim. Belki bu yazının sonunda biraz beyin jimnastiğiyle anlamış olurum diye düşünüyorum. _Son3Madem böyle bir arayış içersindeyim, öncelikle “Doomsday nedir?” sorusunun cevabını vermem gerekiyor. Doomsday kıyamet sonrası bir ortamda geçen ve pek çok filmden “sahne ödünç alan” bir filmdir.

İngiltere’deyiz. “Orakçı virüsü” adında bir virüs, İngiltere’nin güneyinde salgın halindedir ve _Duvar1çok sayıda ölüme sebep olmaktadır. Virüsün tedavisi bulunamamakla birlikte, hükümet radikal bir karar alarak hastalığın henüz görülmediği ülkenin kuzey kısmını devasa bir surla çevirmiştir. Filmimiz işte bu noktada başlıyor. Askerler, galeyana gelen halkı tahliye etmekten vazgeçip gidiyorlar. Surların kapısı kapatılıyor ve saldıran halk makineli tüfekli askerler tarafından telef ediliyor. Halk tecrit ediliyor ve _Duvar2İngiltere’nin güneyi, Dünya’nın en büyük açık hava hapishanesi haline geliyor. Bu çatışmadan kurtulan tek kişiyse, arbede esnasında annesinin kucağında olan ve bir kaza kurşunuyla gözünü kaybeden Eden Sinclair oluyor.

Aradan 30 yıl geçmiştir. Surun çevresindeki makineli tüfekler otomatikleştirilmiş, etrafı mayın tarlasıyla çevrilmiş, surun kapısı kaynakla kapatılmıştır._BK3 İngiltere, ülkenin güneyine uyguladığı gereksiz sert önlem nedeniyle uluslar arası arenada tecrit edilmiştir. Eden Sinclair büyümüş, fıstık gibi hatun olmuştur. Meslek olarak polisliği seçmiştir. Kayıp gözünün yerine elektronik bir protez takılmıştır. Bu protezi bazen yerinden çıkarıp istihbarat için kullanmaktadır. Yine bu şekilde tamamladığı bir operasyondan sonra Bob Hoskins’in canlandırdığı polis şefiyle oturup sigara içerler. Burada hayatını kurtaran annesinin Eden Sinclair için hâlâ ne kadar büyük önem arz ettiğini ve amiriyle ilişkisindeki samimiyeti görürüz. Bu arada yapılan bir baskında orakçı virüsünün, surun kuzeyine geçmenin bir yolunu bulduğu görülür. Görülen tek şey bu değildir. _Kopya3Ülkenin güneyine, yani surun diğer tarafına ait uydu görüntüleri orada hâlâ yaşayanlar olduğunu göstermektedir. Demek ki burada kalan doktorlar bir tedavi bulmuşlardır. Hükümetten bir kişi, Sinclair’in şefiyle bağlantı kurar. Küçük bir ekibin surdan içeri girip tedaviyle birlikte geri dönmelerini isterler. Ekibe liderlik etmesi için de polis şefinden en iyi adamını isterler. Bu da Sinclair’den başkası değildir elbette.

Filmin konusunu vermeyi bu noktada bırakalım ve güçlü yönlerini irdeleyelim biraz. Mesela senaryonun yarattığı panik dalgasının ve virüsün bu şekilde daha hızlı yayılmasının _Karakter1son derece güzel şekilde verilmiş olduğunu belirtmem gerekiyor. Senaryonun yarattığı kıyamet ortamını gayet güzel ve gerçekçi buldum. İnsanlar virüsten kaçmak için sürekli hareket halindeler ve bu kaçışma hali, virüsü taşıyanların hastalığı yaymasına, hayatta kalma içgüdüsünün hayatın aleyhine çalışmasına sebep oluyor. Bütün bunlar, politika sosuyla harmanlanarak veriliyor. Filmin senaryosunun politik yönü de kesinlikle eğreti durmuyor. Virüsten korunmak için kullandığı insanlık dışı yöntemler yüzünden tecrit edilmiş bir ülkenin kukla başbakanı ve ülkeyi perde gerisinden yöneten uyanık yardımcısı kesinlikle filmin lehine çalışıyor ve karamsar kıyamet sonrası ortamı tamamlayan, bunun politikadaki yansımasını oluşturan bir tablo çiziyor. Buradan hareketle, karakterler aralarındaki etkileşimin de başarılı bir şekilde işlendiğini söyleyebiliriz. _BK2Başbakanla yardımcısının ilişkisinin yanı sıra, Sinclair’le amiri arasındaki baba-kız, bir o kadar kanka tadındaki ilişki de son derece güzel. Her iki ilişkide de taraflar birbirlerine yaslanıyorlar. Aradaki en önemli fark, Sinclair-Amir Bill Nelson arasındaki ilişkinin içinde suiistimal sözcüğüne yer olmaması.

Filme methiyeler düzmeye yeni bir paragrafta devam edelim, zira karakterlerden bahsetmek istiyorum. Esas kız Sinclair, betondan bir ormanın gorilidir. Sinclair, 2033 model bir barbardır. İsminin anlamıyla tamamen tezat oluşturan bir cehennemin zebanisidir. _Esir2Hiç bilmese, tanımasa bile onu hâlâ kökenleri yönlendirmektedir. Yapılan insanlık dışı uygulamaya bünyesinde yarattığı etki yüzünden duyduğu kin, onu içinde bulunduğu sözde medeniyet içinde bir sivilce, bir çıkıntı olarak durmasına sebep olarak kalmakla kalmıyor, aynı zamanda da görev için de biçilmiş kaftan haline getiriyor. Doğduğu, başta ailesi olmak üzere her şeyini kaybettiği topraklara dönmeyi o da istiyor ve bu görev ona böyle bir fırsatı altın tepside sunuyor. Sinclair’in kötü taraftaki aynamalası göreviniyse Başbakan Yardımıcısı Michael Canaris üstleniyor. Canaris, Sinclair’in gitmek istediği noktada bulunuyor ve barbarlığını takım elbisesinin altına gizleyip sinsice dışa vuruyor. _Son1İki karakter arasında yöntem farkı olabilir ama aslında birbirlerinden pek farkları yok. Kayda değer bir diğer karakter olan, Bob Hoskins’in canlandırdığı amir Bill Nelson ise kızının sorunlarına üzülen bir baba portresi çiziyor Sinclair’e karşı. Ancak bu korumacı tavrının mesleğinden geldiğini de özellikle başbakanlık binasındaki sahnelerden anlıyoruz.

Konuyla devam edelim. Eden Sinclair, yağmurlu bir havada (ne de olsa İngiltere) ülkeyi ortasından ikiye bölen sura gider. Burada ekibiyle tanışır. _Generic1Film, başkarakterlerini tanıtırken gösterdiği özeni bu karakterlerin tanıtımına göstermiyor ama ilk fırsatta harcanacak bu karakterler bile karton olmaktan çok uzaklar. Göreve çıkıldığında, insanların gerek virüs, gerekse birbirleri tarafından avlanarak yok olmasının etkilerini görüyoruz. Araba enkazlarının bulunduğu yolun iki yanındaki otluk arazide sayıları kontrolsüzce çoğalmış devasa inek sürüleri, harabeye dönmüş bir şehir, bu hayalet şehrin betonlarının arasından çıkan bitki ve ağaçlarla ölüme inat direnen bir yaşam. Tahmin edeceğiniz üzere işler planlandığı gibi gitmiyor. Adamlarımızın çoğu, daha görevin başında yedikleri bir baskında telef oluyorlar. Es kaza sağ kalanlarsa esir düşüyor. Bu noktada film, iki önemli karakter daha _Esir3 tanıtıyor bize: Sol ve Cally. Sol, felaketin küllerinden doğan ve birbirleriyle savaşan iki topluluktan birinin lideri. Peki kötü biri mi? Bunun, film için hayati öneme sahip bir sahneyi incelediğimiz bir sonraki paragrafta vereceğiz. Cally’yse çok baskın değil ama çok önemli bir karakter. İzlememiş olanların zevkini kaçırmak istemiyorum. İzleyin, görün.

Gelelim o önemli sahneye. Burada, Sol’un önderlik ettiği toplumun eğlence anlayışını görüyoruz. Sahnede iki kadın dans ediyor. Bunlar zaten yarı çıplak._Egl1 Olan kıyafetlerse cinsellik vurgusu yapmaya yönelik. Motosikletler lastik yakarak anlamasız bir gösteri yapıyorlar. Sonra sahneye Sol çıkıyor ve berbat bir şarkı söylüyor. Aynı cinsellik vurgusu, Sol’da da mevcut. Derken Sinclair’in ekibinden esir düşecek kadar şanssız olan biri getiriliyor. Üzerine benzin dökülüp diri diri yakılıyor. Kızartılan “yemek” parçalanarak ahaliye dağıtılıyor. Sol, sahneden kalabalığın üzerine tabaklar atıyor. Bu sahnenin anlamsız bir cinsellik ve vahşet gösterisi olduğunu zannediyorsanız, bir daha düşünün. Çok daha büyük bir amaç var burada. Bir kıyametin ardından hayatta kalan,_Egl2 şanslı mı yoksa şanssız mı oldukları su götüren bir grup insanın oluşturdukları toplumun eğlence anlayışını görüyoruz. Çarpık mı? Kesinlikle. Ancak bir kıyametin içinde ölüme terk edilen ve bir şekilde hayatta kalmayı başaran bu insanların hezeyanını yargılama hakkımız bulunmuyor. Sol’a “kötü” diyemememizin sebebi de bu. Bu toplumu oluşturan bireyler için kullanabileceğimiz en ağır tabir “mağdur” olabilir. Metallica’nın, filmin geçtiği ortamı çok iyi özetleyen bir isme sahip olan Sanitarium (Tımarhane) şarkısında dediği gibi: _Egl3 Hoyrat davranışlar hoyrat tepkiler doğurur. Sol ve önderlik ettiği toplumsa takım elbiseli barbarlar tarafından barbarlığa itilmiş insanlar olarak bu sözü doğrular nitelikte. Sol’un savaş halinde olduğu ve Kain’in önderlik ettiği diğer toplumun da durumu çok farklı değil. Hayat tarzları farklı olsa da, şiddetle aksini iddia etseler de medeniyete ve insanlığa daha yakın değiller.

Filmin aksayan yönlerine geçmeden önce oyunculuklara değinelim. Eden Sinclair rolündeki Rhona Marta fevkalade güzel bir oyuncu. Fiziksel güzelliğinin yanı sıra (yengeniz olur, o derece yani) _BK1karakterini iyi tahlil ettiği her halinden belli oluyor. Aksiyon sahnelerinin altından da iyi kötü kalkıyor. Oyunculuk gücüyle öne çıkan iki isimse Bob Hoskins ve David O’Hara. Bob Hoskins zaten kendini ispatlamış, kötü filmlerde bile iyi oynayan bir aktör. Belki en iyi oynadığı film bu değil, Nuriega’da olduğu gibi bir oyunculuk dersi vermiyor ama oyun gücüyle parladığı da bir gerçek. Daha önce pek rabıtamın olmadığı, başbakanın arkasındaki yılan politikacı rolündeki David O’Hara ise benim için tatlı bir sürpriz oldu. _Karakter2 Barbarlığını arkasına gizlediği ifadesiz suratıyla karakterinin ruhuna işlemiş olan sinsiliği son derece başarılı bir şekilde yansıtmış. Aferin ona. Bunlar öne çıkanlar ama filmin genelinde önemli bir oyunculuk zaafı bulunmuyor. Bekleneni veremediğini düşündüğüm tek isim Malcolm McDowell oldu ama o da rahatsızlık verecek düzeyde değil.

Geldik filmin aksayan yönlerine, yani zurnanın zırt dediği yere. Bu noktada anahtar sözcüğümüz “kiç”. Hem eleştiriyi sağlamlaştırmak, hem de aklına fesat çağrışımlar gelenleri bertaraf etmek adına, kiçin anlamını açıklayalım:

Kitsch (kiç) [1]

-Seçkinlerin benimsemediği kitlelerinde kopamadığı şey.
-Türk Dil Kurumunun yaptığı tanımıyla kiç; İlkel yollardan duyguları harekete geçirmek isteyen SÖZDE sanat eseri.
-Kiç ürünlerinin tümü yoğun bir duygusallıkla yüklüdür.
-Taklit olan şeyler kiçin bünyesini oluşturur.

Filmin ilk yarısında işleyen ve baskın olan bir senaryonun etkisiyle görmezden geldiğiniz kusurlar, ikinci yarısında odağın aksiyona kaymasıyla filme kiç havasını verecek kadar ön plana çıkıyor. Bu havayı veren etkenlerden en çok göze çarpanlarıysa, elbette esinlenmeler. _Kopya1Yönetmen/senarist Neil Marshall’ın önceki filmlerini izlememiş olsam da, referansları bunu taklitçilik adına yapmış olamayacağını, böyle bir şeye ihtiyacı olmadığını, bunun en fazla yönetmenin sevdiği filmlere bir saygı duruşu olabileceğini düşündürüyor. Buna karşılık özellikle filmin ikinci yarısında belirginleşen prodüksiyon zaafları (Sol’un sahneye çıktığı bölüm bu açıdan filmin kırılma noktası denebilir, zira aksaklıkların çoğu buradan sonra peyda oluyor), bu özelliğin filmin kiç havasını körüklemesine sebep oluyor. Neler yok ki saygı duyulan, eli öpülen filmler arasında. İçlerinde en baskın olanı, pek çok kişinin fark ettiği üzere Çılgın Max. Kıyamet sonrası ortam, derme çatma arabalarla kovalamaca sahnesi, anlamsız lastik yakma gösterileri, hatta serinin 3. filmindekini andıran bir trenle kaçış sahnesi. Kaçamayıp esir düştükleri, iki zırhlı personel taşıyıcının imha edildiği sahne, açık bir şekilde James Cameron’ın yazıp yönettiği ikinci Yaratık filmine benziyor. _Kopya2Aynı şekilde iki zırhlı personel taşıyıcı var. Biri imha edilince diğeriyle kaçmaya çalışıyorlar. Hatta ikinci ZPT’nin vuruluş şekli ve takla attığı sahnedeki kamera kullanımı, bana doğrudan bu filmi hatırlattı. Ormanda atlılarla olan sahne ve İngiliz şatosu unsuru, bana Cesur Yürek filmini hatırlatırken, arenadaki dövüşle Gladyatör de Doomsday’den nasibini alan filmler arasına katılıyor. Finalse bir filmden ziyade çizgi romana saygı duruşunda bulunuyor: Barbarlıktan krallığa terfi eden Kimmeryalı Conan.

Filmin aksiyonu bol ve yüksek miktarda vahşet içeriyor. Bu bakımdan her bünyeye göre olmayabilir. Aksiyon sahneleri filmin ilk yarısında filmin lehine işliyor. _Esir1Ancak filmin ilk yarısında dokunsanız parçalanan insanlar, ikinci yarısında 3 tane kocaman okla vurularak ölürken kanamıyorlar bile. Gladyatör dövüşünde Rhona Mitra elinden geleni yapsa da sahneyi kurtarmaya yetmiyor. İşin garip yanı, bu sahnenin genel kalitesi, filmin genelindeki dövüş sahnelerinin de çok altında. Arenadaki dövüşte gözlerim millî gururumuz Cüneyt Arkın’ı aramadı desem yalan olur. Filmin eksik bir şekilde “Mad Max çakması” olarak tanımlanmasına sebep olan finaldeki kovalamaca sahnesiyse izlenebilirlik gözetilmeden çekilmiş. Gereksiz ve anlamsız bir hızlı montaj, Sinclair’in kullandığı Bentley’in helikopterle havadan, ters açıyla ve çapraz geçişle alınan görüntülerini birbiri ardına sıralıyor. _Takip3Araya Bentley’in içindekilerin ve takipçilerinin görüntüleri serpiştiriliyor. Yine çapraz geçiş. Derken sıcak temas, havaya uçan arabalar, biraz daha çapraz geçiş. Kaçış manevraları ve bir kez daha, inatla çapraz geçiş. Bitirici darbeyi vuransa, sahne boyunca her türlü darbeyi alan, otobüsleri ortadan ikiye yaran İngilizlerin medar-ı iftiharı Bentley’in en fazla aynasının kırılıp yandan sarkması. Film, bu konuda bütün rekorları altüst ediyor anlayacağınız.

Bu aksiyon salatasından sonra film yeniden baştaki tarzına dönüyor, bir kez daha senaryonun gücüne dayanıyor ve bunu öyle bir hızlı bir şekilde yapıyor ki fark etmiyorsunuz bile. _Son2Sinclair’le Yılan Canaris arasındaki sahne, hâlâ gözünüzün önünde uçuşan otomobil ve insan parçaları varken filmin odağını yine güçlü olduğu yöne kaydırıyor. Neyse ki bu sahneler kısa sürüp film şak diye bitmiyor da, filmi yeniden yakalayabiliyorsunuz. Ben, bu finalin filme yakıştığını düşünüyorum. Canaris’in yaptıkları ve başına gelenler, Eden Sinclair’le âmiri Bill Nelson arasındaki, bir anlamda veda niteliği taşıyan son görüşme, Sinclair’in bu vahşet ve barbarlığın ortasında kendisini evinde hissetmesi ve buna bağlı olarak yaptığı karar, filmin genel havası ve yaratılan karakterlerle uyum içinde. Bundan önce incelediğim ve finaliyle bir çuval inciri berbat eden 3:10 To Yuma’nın aksine Doomsday, finali sayesinde aksiyon sahneleriyle yerlere döküp mundar ettiği incirleri yeniden çuvalın içine doldurmayı başarıyor.

Demir almak zamanı gelmişse Doomsday’den, toparlamak lazım gelir incelemeyi tez elden. Doomsday benimsediği tarz açısından dengesiz bir film. _BK2Dengesiz, çünkü bazı şeyleri çok iyi yaparken bazı şeyleri berbat ediyor. Senaryosu ve karakterleri son derece başarılı. Kendi içinde uyumlu ve bir mantık döngüsü var. Bu konuda getirilebilecek tek eleştiri, Sol’un sevgilisi Viper’ın çabucak harcanarak bir fırsatın heba edilmesi olabilir. Yine bir örnek vermek gerekirse Ben Foster’ın 3:10 To Yuma’daki Charlie Prince’ini aratmayacak potansiyele sahip bir karakter erkenden harcanıyor. Yine de bu israfın pek amaçsız olmadığını, Sol’un Sinclair’in peşine düşmesi için bir bahane verdiğini düşünerek mazur görebilmek mümkün. Senaryonun güçlülüğünün filmin aksayan yönlerine karşı sebep olduğu dengesizlik, film bittikten sonra damağınızda kalan kiç tadının ya kasten, ya da mecburiyetten yaratıldığı intibaını uyandırıyor. Sebebi ne olursa olsun, bu kiç genleri yerli sinemamızın bazı filmlerini hatırlatıyor. Son söz: Doomsday bir Çılgın Max çakması değil, İngiltere’nin “Dünyayı Kurtaran Adam”ıdır. Kesinlikle “boş” bir film değil. Eli yüzü düzgün senaryosunun ve oyunculuklarının hatırına en az bir kere izlenmeyi de hak ediyor. Çok bir şey beklemezseniz ve filmi hem güçlü, hem de kusurlu yanlarıyla yargılamadan, olduğu gibi kabul ederseniz büyük keyif alırsınız.

[1] Kiç kavramı konusunda alıntı yaptığım yazının tamamını okumak isteyenler burayı tıklayabilirler.