18 Haziran 2007 Pazartesi

Pirates of the Carribean: At the World's End

Karayip Korsanları üçlemesinin son filmi, 25 mayısta seyircilerle buluştu ve filmin hayranlarını ikiye böldü. Kimi "aksiyon yetmezliği" çekerken, kimi konuya dayalı anlatımın son yarım saatte muazzamlık sınırlarında dolanan bir görsel şöleni tetiklemesini beğendi. Ben de ikinci gruba dahil biri olarak görüşlerimi paylaşmak istedim.

Gore Verbinski, güldürü kökenli bir yönetmen. Belki de bu yüzden, ilk iki Karayip Korsanları filminde aksiyonla güldürüyü bu kadar iyi harmanlamıştı. Karayip Korsanları, Meksikalı (The Mexican) ve Halka (The Ring) filmlerinden sonra yönetmenin ünlenmesinde büyük payı olan Mousehunt filmindeki anlatımına bir dönüş niteliği taşıyordu. Yapımcı Jerry Bruckheimer'ın dokunuşları ve Johnny Depp'le Geoffrey Rush'ın oyunculukları da eklenince hem gişede, hem de eleştirmenler nezdinde başarılı olan bir yapım ortaya çıktı. İkinci film, ilkinin üzerine yeni karakterler ekledi ve hikâyeyi de geliştirdi. İlk filmde şöyle bir bahsi geçen ve pek çok ünlü oyuncunun reddetmesinden sonra Bill Nighy'nin bol makyajlı ve bilgisayar efekti destekli yüzüyle can bulan Davy Jones tiplemesi o kadar başarılıydı ki, filmi Jack Sparrow kadar götürüyordu denebilir. Yeni karakterler, yeni mekânlar, konuya eklenen hoş tatlar derken, ufak kusurlarına rağmen belki de Star Wars V: Empire Strikes Back kadar iyi bir devam filmine imza atıldı. Bunun doğal sonucu olarak da üçüncü filmden çok büyük şeyler beklemeye başladı seyirciler.

Yönetmen Gore Verbinski, üçüncü filmde bu beklentileri pek takmadığını, amacının iyi bir film çekmek olduğunu herkese gösterdi ve devam filmlerinin hastalıklarından biri olan "aynı şeylerin daha fazlası" (daha büyük tencerede pişen temcit pilavı?) hastalığına yakalanmadan yeni bir Karayip Korsanları filminin altına imza attı. Evet, aksiyon dozu ilk iki film kadar yüksek değil. Evet, mizahî yaklaşım olarak da ilk iki film kadar parlak değil. Film, halefleri gibi Jack Sparrow'a değil, senaryoya dayanıyor çünkü. Peki bu, kötü bir şey mi? Perdede görmeyi beklediğiniz filmi göremediğiniz muhakkak ama filmin doruk noktası olan finalinin bu sayede daha bir anlamlı, daha bir görkemli göründüğü de bir gerçek. Açıkçası Rahmetli'nin Sandığı (ay, pardon Ölü Adamın Sandığı) filminin başındaki gereksiz, Jack Sparrow'u yerlilerin elinden kurtarma konulu aksiyon sahnesi yerine konuyu zenginleştiren ama aksiyon içermeyen bir yaklaşımı yeğlerim. Bu filmde de yapılmaya çalışılan şey o. Film boyunca anlatılan bütün entrikalar, taraf değiştirmeler, çıkar çatışmaları vs, filmin bütçesinin yarısından fazlasını emdiğini düşündüğüm son yarım saate çalışıyor. O kadar düğüm olmasa, Siyah İnci'yle Uçan Hollandalı kapışırken düğümlerin teker teker çözülmesi izleyiciye böyle keyif vermezdi. Sırf aksiyondan oluşan bir filmde bu etki yaratılamazdı bence. 168 dakikalık filmin ilk kurgusu üç saatin üzerindeymiş. Belki de bu yüzden kimin, kime, nerede ve niye ihanet ettiğini takip etmeniz zor olabiliyor bazen ama bir şekilde bir yerinden yakalıyorsunuz. Bir diğer şikâyetimse Kalipso olayı. Neden böyle filmlerde büyük şeyler hep yanı başımızdaki karakterlerden çıkar? Neden alakasız biri olmaz? Neden Yıldız Savaşları'nda Luke'un kardeşi Leia çıkar mesela? Maliyeti düşürmek için mi? Kalipso olayı da biraz öyle olmuş ama bu sayede birtakım şeylerin açıklanması yüzünden Luke-Leia kardeşliği kadar yavan ve amaçsız durmuyor. Yavan ve amaçsız duran tek şey Jack Sparrow'un şizofrenisi. Hikâyeye pek bir artısı yok ve filmin hayranlarının Johnny Depp açlığını gidermek için yapıştırılmış gibi duruyor.

Kısacası aksayan yönlerine rağmen iyi bir film olmuş Karayip Korsanları: Dünya'nın Sonunda. Aksiyon dozunun düşüklüğünden kaynaklanan "berbat film" yakıştırmalarına kesinlikle katılmıyorum. Sadece ilk iki filmden farklı bir yaklaşıma ve ağırlık dengesine sahip, bambaşka bir formül izleyerek kendini tekrar tuzağına düşmeyen, bunun da altından kalkmayı kılpayı da olsa başarabilen bir film. İzlenmeli.

31 Mayıs 2007 Perşembe

Happy Feet


Aaah, ah. Gençtim o zamanlar. Umut doluydum (her zaman böyle miydim zannediyorsunuz? Feleğin sillesini yiye yiye bu hale geldim). Yaratık 3 başlamadan önce oynayan fragmanı hoşuma gittiği için izlemeye karar vermiştim o filmi. Her animasyon film gibi şubat tatilinde sinemalara gelince gittim. Film, daha açışışıyla animasyon olduğunu unutturdu. Baştan sona soluksuz izledim. Mufasa'nın ölümünde gözyaşlarımı tutamadım. Evet, Aslan Kral'dan bahsediyorum. Bu şahane müzikal-animasyonun gösteriminden bu yana, Dünya Güneş'in çevresinde 12 kez dolandı. Ama Happy Feet'e kadar böylesine duygu dolu, böylesine doğal, böylesine güzel animasyon gelmedi.

Amerika'da özellikle Bush'çuların verdiği çevreci mesajlar yüzünden topa tuttuğu film, gerçekten sinemada izlenmeyi hak ediyor. Özellikle manzara konusunda artık gerçekten bir fark kalmamış. Gerek doğal, gerek insan yapısı manzaralar (arkaplan demeye dilim varmıyor) hiç de bilgisayar ürünüymüş gibi durmuyorlar ama hepsinden önemlisi penguenlerin capcanlı olması. Üstelik penguen toplumu çok detaylı bir şekilde verilmiş. Bir sosyal düzen, bir inanç sistemi var. Bu yolla toplumun birey üzerindeki baskısı da üstü kapalı da olsa masaya yatırılmış. Film, iki saat boyunca üstü kapalı bir şekilde de olsa çevreci ve toplumsal mesajlar verirken, birbirinden güzel şarkıları ve esprileriyle de eğlendirmekten geri kalmıyor. Özellikle Ramon'a bayıldım. Filme altyazılı gittik, Ramon'u Robin Williams seslendiriyordu zaten. İspanyol aksanı ve garip felsefesiyle sizi de gülmekten kırıp geçirecek. Ayrıca animasyon kalitesi açısından da şu ana dek ulaşılan son nokta. Özellikle detaylara dikkat edin: Penguenler dans ettikçe sıçrayan karlar, sallanan tüyler, denizdeki dalgalar, sualtında yüzen penguenlerin çıkardıkları hava kabarcıkları... Bütün bunlara bir de mükemmel hareket yakalama çalışmasını ekleyin. Evet, anladınız. Filmin senaryo ve seslendirmesinin yanında, teknolojik açıdan da bir eksiği yok.

Kısacası sinemada gidilmeyi hak eden, sevimli, duygulu, eğlenceli ve derin bir animasyon filmi. Aslan Kral'dan iyi değil belki, ama en az onun kadar iyi. Herkese tavsiye ederim. Ben çok beğendim.

Süpermen Dönüyor: Hayal Kırıklığı Şeysi


Beklentilerim yüksekti filme giderken. Ha döndü, ha dönecek, ha dönüyor derken uzun süredir bekliyorduk. Süpermen'i pek sevmem (benim zevkime fazla idealdir, ben Batman gibi daha melankolik, daha kusurlu kahramanları severim). Buna karşılık Bryan Singer'ı çok severim. Üstelik çizgi roman uyarlamaları bahanesiyle son derece güzel izledik. İlk iki Süpermen filmi de bunların arasında. Kısacası beklentilerim de, Süpermen'in tanınmamış biri tarafından oynanmasından doğan endişelerim de vardı. "Bu kadar endişe bünyeye zarar" deyip gittim filme.

Önce beğendiğim taraflarını yazayım. Jenerikte eskisine sadık kalınmış. John Williams'ın muhteşem müziği aynen korunmuş. Benim gibi "ihtiyarlar" için hoş bir nostalji olmuş ve az biraz "Superman 5" havası yaratılmış. Süpermen'i oynayan arkadaş başarılı. Christopher Reeve'i aratmıyor. Lois hanım kızımız da rolüne oturmuş. Lex Luthor rolünde Kevin Spacey pek kendini gösterme fırsatı bulamamış gibi sanki ama özellikle teknede Lois Lane'le olan sahnesinde klasını konuşturmuş. Lex Luthor'un yanındaki hanımı da beğendim. Kendisini bir yerlerde görmüştüm daha önce. (Acaba Blade 3 ve You've Got Mail'de oynamış olabilir mi?) Bir de sürpriz (söylemeeeem) hoşuma gitti.

Gelelim beğenmediğim taraflara: Öncelikle Clark Kent'siz Süpermen filmi mi olur yahu? Kırpıla kırpıla kuşa dönmüş. Süpermen'e dönüşmekten başka görevi yok filmde. Senaryo deseniz bence dökülüyor. Filmin kendi içine tutarsızlıklar var. Mesela kriptonit ihtiva ettiği için gittiği adada Lex Luthor'dan dayak yiyen adamımız, 5 dakika sonra, üstelik de yaralı olmasına rağmen aynı adayı sırtlayıp güneşe fırlatıyor. Görüntü efektlerinin sırıttığı yerler olsa da o kadar önemli değil. Ancak aksiyon sahnelerinin hepsinde kafamdan aynı şey geçti: Bir şeyler eksik. Bir diğer şikâyetçi olduğum nokta Süpermen'in istisnasız her yere yetişmesi. "İyi de EgoMaster arkadaş süper. Herhalde yetişecek" diyenleri kınıyorum. Hatta onları ilk Süpermen filmini izlemeye davet ediyorum. Filme, biraz da kötü senaryonun etkisiyle bir karaktersizlik hakim. Bryan Singer'a yakıştıramadım.

Kısacası önceki filmlerle tutarsız, kendi içinde tutarsız, aksiyon mu yapayım, hikâye anlatıp karakter filmi mi olayım diye karar verememiş, iki arada bir derede bir film. Peki kötü bir film mi? Hayır. 2,5 saat sıkılmadan izledim. Kötü olmasına rağmen çok sevdiğim Süpermen 3'ten daha iyi. Süpermen 4'ten ise çok çok daha iyi. Ancak Richard Donner'ın ilk Süpermen filminin yanına yaklaşamıyor.

Science des rêves, La (The Science of Sleep)


Eternal Sunhine of the Spotless Mind'ın arkasındaki dehalardan biri olan Michel Gondry'nin yeni filmi. Her iki filmin tarzları benzese de Science of Sleep'te (SoS) belirsizlik ögesi ve karakterlerin gel-gitleri daha bir ön plana çıkarılmış. Esas oğlanımız Stephane, sıkıcı bir işte çalışmakta, yan komşusunun güzel arkadaşı Zoé'ye âşık olduğunu zannetmektedir. Ancak yan komşusu annesinin kiracısıdır. Annesinden "zalim evsahibesi" diye bahsedilince, yan tarafta oturduğunu ve aslında ev sahibelerinin oğlu olduğunu gizlemeye karar verir. Komşular gerçeği çok geçmeden anlarlar ama bozuntuya vermezler. Bu arada Stephane'ın duyguları da yön değiştirecek, Zoé'den güzel komşusu Stephanie'ye kayacaktır. Ancak Stephane'ın çok önemli bir sorunu vardır: Rüyalarıyla gerçekler arasındaki çizgi çok belirgin değildir. Uyurgezerliği de aşmış, "uyuryaşarlığa" doğru emin adımlarla gitmektedir. Bütün bunlara kendisinin, Stephanie'nin ve annesinin duygusal çekincelerini ve gel-gitlerini ekleyin, üzerine rüya sosu dökün, işte karşınızda SoS.

Oyunculuk açısından Gael García Bernal ve Charlotte Gainsbourg, üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyorlar. Filmin en şenlikli karakteri Guy'ı canlandıran Alain Chabat ise bence filmdeki en iyi yardımcı oyuncu ve filmdeki mizah unsurunu büyük ölçüde (ve başarıyla) sırtlayan isim. Filmin en sevdiğim yönü ise "Stephane'ın kafasının içi" çekimleriydi. Hem güzel düşünülmüş ve komiktiler, hem de "bir ben var benim içimde, benden öte, benden ziyade" modeli çok hoşuma gitti.

Kısacası, Michel Gondry'nin bu filmi de izlenmesi gereken bir yapıt. Eternal Sunshine of the Spotless Mind gibi bir şaheser, bir klasik değil belki ama hoş konusu, iyi oyunculuğu, içten rejisi ve muallakta bırakılan finaliyle (-ki genellikle böyle filmleri pek sevmem) çok ama çok hoşuma gitti. İzleyin. Bakalım Stephane ve Stephanie, sizin hayal gücünüze göre bir araya mı gelecekler, yoksa ayrılacaklar mı?

Welcome to Sarajevo


İşim itibariyle, mecburiyetten, üstelik son derece olumsuz koşullar altında izleme fırsatı bulduğumu bir film. Yine aynı sebeplerden dolayı konuşma olmayan sahneleri atlayarak seyrettim. Üstelik film sansürlüydü. Hal böyleyken filmden nefret etmem gerekir, değil mi? Değil. Welcome to Sarajevo, vurucu açılışından itibaren (keskin nişancı var zaten) insanı içine çeken bir film. Saraybosna cehenneminde görevlerini yapmaya çalışan gazeteciler, bu cehennemin sakinleri ve etkileri yüzünden ezelden beri devam ediyormuş izlenimi uyandıran bir savaş üçgeninde kısılıp kalmış hayatların öyküsü.

Öncelikle şunu belirtmek isterim, film "her mideye" göre değil. Zira çatışma sahnelerinin bir kısmı gerçek haber görüntülerinden alınmış. Pek fazla bir vahşet olmasa da, zulüm gırla. Filmin kendi sahneleri de son derece iyi. Buna ek olarak, ortalık sakinleştikten sonra habercilerin görüntü almak için olay yerinde gezmeleri, filmin en vurucu yönünü oluşturuyor. Filmin ilk yarısının amacı zaten size bu cehennemi anlatmak, hatta ucundan yaşatmak. Bu görüntüden ekran başında siz ne kadar etkileniyorsanız, filmin baş karakteri Michael Henderson da o kadar etkileniyor. Cephede iki ateş arasında kalan bir yetimhaneyle kafayı bozuyor. Sürekli orayla ilgili haberler yapmaya başlarken tanıştığı Emira'dan çok etkileniyor. Yapılan bir anlaşmayla çocukların tahliye imkânı doğduğunda, Emira'yı yasadışı olarak İngiltere'ye, evine almaya karar veriyor ve kendi çocuklarıyla bir tutarak yetiştiriyor.

Çatışma sahneleri, gerçek görüntülerin de kullanılmış olmalarının etkisiyle bana Paul Greengrass'ın unutulmaz klasiği "Bloody Sunday"i hatırlattı. Aynı tarz kamera kullanımı. Sanki olanları sinema perdesinden değil de, bir belgeselden ya da haber bülteninden izliyormuşsunuz hissi veriyor. Harabeleri, delik deşik binaları ve duvar yazılarından, bomboş yolu ortada hiçbir sebep yokken bile koşarak geçerek işe gitmeye çalışan Bosna sakinlerine, sigara içen 7-8 yaşındaki çocuklarına kadar savaş atmosferi de çok iyi yansıtılmış. Filmin hoşuma giden bir diğer yanı karakterlerin başına gelenlerden etkilenmesi, yaşlanması oldu. Her karakterde olsa da, özellikle esas oğlanımız ve başlangıçta şoför olarak aralarına katılan Risto'da bu durum daha belirgin. Woody Harrelson'ın canlandırdığı, sadece para ve şöhret peşinde olduğunu zannettiğiniz Flynn karakterinin ise aslında neyi ne kadar umursadığını satır aralarında yakalamak mümkün.

Bu tarz filmlerin hassas noktası, seyirciye yaşattığı cehennemin dozajını iyi ayarlamaktır. Aşırıya kaçılırsa, duygu sömürüsü sınırlarına girilirse film çekilmez olur. Saraybosna'ya Hoş Geldiniz filminin en sevdiğim kısmı bu oldu. Dozaj çok iyi ayarlanmış. Üstelik verilen dozun büyük kısmını, batılı politikacıların verdiği demeçler oluşturuyor. "Batının gelip bu sorunu çözeceği hayaline kapılmayın" cümlesinin maliyetini çok güzel anlatıyor film. Bu cümlenin hemen arkasından Flynn'in söylediği "Müslümanlar Hıristiyanları öldürseydi, çoktan müdahale etmiştik" cümlesi ise bayatlamış olmasına rağmen yerine öyle güzel oturuyor ki...

Michael Nicholson'ın "Natasha'nın Hikâyesi" isimli romanından uyarlanan film, görüntü yönetmenliğiyle olduğu kadar oyunculuğuyla da öne çıkıyor. Stephen Dillane görevini eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor. Woody Harrelson inanılmaz başarılı. Yapımcı Jane Carson rolündeki Kerry Fox için de aynı şeyi söylemek mümkün. Rolün kendisine büyük geldiğini düşündüğüm tek isim Marisa Tomei oldu. O da fazla görünmüyor zaten. Ancaaaak, her ne kadar filmin afişinde yıldız oyuncuların ismi geçse de değinilmeden geçilmemesi gereken iki oyuncu var: Emira rolündeki Emira Nusevic, küçük yaşına rağmen hem Boşnakça, hem İngilizce oynadığı rolünün hakkını veriyor. Filmin en büyük sürpriziyse, Woody Harrelson'dan sonra en öne çıkan ismi olan, Boşnak şoför Risto Bavic'i canlandıran Goran Visnjic.

Özetlersek baştan sona batı eleştirisi + iyi çatışma sahneleri + başarılı cehennem atmosferi + yerli yerinde söylemler + gerçekçilik, eşittir Welcome to Sarajevo. Özellikle filmin finalindeki "konser" gözlerimi yaşarttı. Savaş yüzünden genç bedenlerin içine sığmayan yaşlı ruhların, gururlarından başka kaybedecek bir şeyleri kalmayan insanların mağrurluğu. Boş filmlerden sıkılanlara ilaç gibi seyirlik.

Judas Priest: Painkiller


Sene olmuş 1991. Artık hafiften "rock kaşarı" olmaya, dinlediğim her şeyden etkilenmemeye başlamıştım ki Painkiller suratımın ortasına okkalı bir Osmanlı tokadı gibi oturdu. Dakika 1, gol 1. O nasıl bir davul solosudur öyle kardeşim? O nasıl etkileyici bir açılıştır? Daha kendime gelemeden Hell Patrol başladı ki, kendileri zaten albümün en sevdiğim parçasıdır. All Guns Blazing hayatımda dinlediğim en gaz şarkılardan. Leather Rebel'daki çift cross olayı daha bir gaz (bu şarkıyı da severim). Metal Meltdown'la albüm hız kesmeden devam ediyor. Nightcrawler konusunu bir çizgi romandan alan eşsiz bir parça. Between the Hammer and the Anvil'in nakaratı yeter. Geldik albümün anlam ve önemini oluşturan parçaya: A Touch of Evil. Rob Halford'un klasını konuşturduğu söz konusu ballad'ımızı dinleyip etkilenmeyecek insan var mıdır acaba? One Shot at Glory'yle bu eşsiz albüm, eşsiz bir şekilde bitiyor. Dinlemeye doyamam.

Iron Maiden: Somewhere in Time


Çok düşündüm Powerslave'i mi, Seventh Son'ı mı yoksa SiT'i mi yazayım diye. Pop müzikten metale yaptığım yumuşak geçişte Axxis -> Kingdom of the Night ve Alice Cooper -> Trash albümlerinden sonra bitirici darbeyi vuran Powerslave'de Aces High, 2 Minutes to Midnight, Powerslave ve Rime of the Ancient Mariner gibi ağır toplar olsa da inişli çıkışlı bir albüm ve diğer ikisi kadar olgun bir müzikal yapıya sahip değil. SiT ile Seventh Son arasında karar vermemde etken olan parametre ise hangi albümü dinlerken daha çok eğlendiğim oldu. Sonunda Somewhere in Time'da daha fazla eğlendiğime karar verdim. İlk şarkı Caught Somewhere in Time zaten riffleriyle beni benden alır. Wasted Years basit bir şarkı olsa da güzeldir. Sea of Madness'ın nakaratı mükemmeldir. Heaven Can Wait çok iyidir. Lonliness of the Long Distance Runner'da Nicko McBrain'in crosslarla yaptıklarını yapabilecek başka kaç tane davulcu var acaba? Stranger in a Strange Land mistiktir, albüm biraz yavaşlar ama bu kesinlikle kötü bir şey değildir. Deja Vu ile yine hız kazanırız. Alexander the Great ise mükemmel bir albüm için mükemmel bir finaldir. Dinlemeye doyamam.

Helloween: Keeper of the Seven Keys


Bırakın başka grupları, Helloween'in kendisinin bile aşamadığı bir müzikalitenin var olduğu çiftli albüm. Part I, 1987 yılında çıktı. İlk albümleri Walls of Jericho'da Kai Hansen'in "güzide" sesiyle vaziyeti idare eden Helloween, bu albümde 18 yaşındaki Michael Kiske'yle işi sağlama almıştır ki bence bu eleman gelmiş geçmiş en iyi rock vokalistlerinden biridir (Bruce Dickinson ayrıldığında Iron Maiden'a geçmesini çok istemiştim). Part I'den çıkan unutulmaz parçalar arasında Future World, Halloween ve Kiske'nin döktürdüğü ballad A Tale that wasn't Right sayılabilir. Bir sene turne yapan grup, 1988 yılında Part II'yi çıkardı ve yer yerinden oynadı. Power Metal denen müzik türü doğdu. "Öne çıkan parça" diye bir şey yok bu albümde. Şarkıların hepsi önde. Kiske eşsiz söylüyor, Kai Hansen (gerçi ben Roland Grapow'u tercih ederim) ve Michael Weikath mükemmel sololar ve ritmler atıyor, Marcus Grosskoph (koca kafa?) bass'ı konuşturuyor ve davulda Ingo Schwichtenberg (toprağı bol olsun) agresif ritmlerin hakkını veriyor (Eagle Fly Free ve Keeper of the Seven Keys, özellikle coştuğu parçalar). Dinlemeye doyamam.

...Öyleyse Yokum

Hep maviydi. Nereye giderse gitsin mavi. Bazen koyu mavi, bazen açık mavi. Bazen siyahtan bir ton açık, bazen beyazdan bir ton koyu ama hep mavi.

Başka renkler olmalıydı bu evrende. Aramaya koyuldu onları. Kayıp dünyanın kayıp renklerini. Ama nereye gittiyse karşılaştığı şey hep sonsuz bir mavilikti. Kime sorarsa sorsun aldığı cevap masmaviydi. Umutları tükenmeye başladı. Ne yapacağını bilemez oldu. Bu mavilik onu çıldırtacaktı. Çıldırmaya yaklaştıkça mavilik daha da yoğunlaşıyordu. Gözlerini kapamayı denedi. Siyah maviden de beterdi. Açtı. Mavi siyahtan da beterdi. Dönüşü olmayan bir noktaya yaklaştığını hissediyordu. Çok kısa bir zaman sonra o noktayı da geçti. Artık kendini bile hissetmiyordu. Sadece mavilik vardı.

Düşünen bir balık için hayat zordu...

Hata (Değmesin Yağlı Boya)

Bir kadın çizdim tuvale. Sabah kalktığımda gülümsüyordu. Onu yeniden çizdim. Daha somurtkan olarak.

Sonra bir çiçek çizdim. Sabah kalktığımda açmıştı. Onu da yeniden çizdim. Hiç bitmeyen bir kışın ortasında.

Derken bir kuş çizdim. Sabah kalktığımda uçuyordu. Altındaki ormana avcılar çizdim onu vursunlar diye.

Belki de bir kale çizmeliydim. Burçlarında sevenlerin sevişeceği bana inat. Ertesi sabah sevgililerin yerine mancınık çizerdim.

Hayatta hiçbir mutluluğum kalıcı olmadı. Hiç kimse sevmedi beni. Acaba hata bende mi?

Pilavizm

İki pirinç tanesiydi onlar. Daha çiğken karşılaşmışlardı. Ayrılmamaya ant içmişlerdi. Birbirlerini sever, sevişirlerdi ta tarladan beri. Şanslıydılar ikisi de aynı torbaya düştükleri için. Ama farkında değildiler. Derken bir kadın aldı onları.

Kadın pirinçleri bir tepsiye yaydı. Taşları ayıklamak için. Ayırdı pirinç tanelerini. Elinde olmadan. Bilseydi o da istemezdi. Ama bilmiyordu. Ama ayırdı. Aralarına taşlar girdi pirinç tanelerinin. Birbirlerini kanıksamışlardı artık. Bu sefer bulmak için o kadar çaba göstermediler.

Her şey birdenbire oldu. Tencereye düştüler. Kaynar suyun içine. Cehennemin ortasında kaldılar ve anladılar sevginin gücünü, sevginin yapabileceklerini. Kaynayan suyun içinde döne döne birbirlerini aradılar. Bulamıyorlardı. Cehennem sıcağı ve yalnızlık. Pilav pişti, cehennem gitti, yalnızlık kaldı yadigâr.

Oradaydı. Aynı Tabaktaydılar. Sarıldılar. Son ana kadara da kaşıktan kaçtılar. Hayat onları beraber yutana dek.